Bölüm 4

56 10 1
                                    


"Ama ilk günkü kadar acı vericiydi."

Mabed'teydiler. O ve Lain... Güneş daha yeni yeni göstermeye başlamıştı kendini dünyaya. Ve Setras, kabus gibi geçen gecenin tesirinden kurtulamamıştı hala. Binlerce yıl önceki hatıraları hatırlamak hiç de iyi gelmemişti.

"Yaşamış olduklarından kaçamazsın Setras." dedi Lain, "Her ne kadar bunları başka bir beden içinde yaşamış olsan da o anıları yaşamış olan sendin ve tüm anıların belleğinin derinlerinde bir yerlerde hala duruyorlar. Bundan kurtulamazsın. Zaten kurtulabilmiş olsaydın bile sadece zihinlere ve vicdanlara hükmedebilen tanrıcık onları unutmana izin vermeyecek gibi görünüyor. Gerçi bundan neden kurtulmak istediğinde de hala emin değilim ama... Sonuçta zihin senin zihnin."

"Teşekkürler..." Yorgunca gülümsedi. "Pekiyi ama neden bunları yeniden hatırlamamı istiyor olabilir ki? Ve neden bu zamanda?"

Lain gürültülü bir şekilde nefesini bıraktı ama nefesiyle birlikte içinden atmak istediği sıkıntısından kurtulamamıştı. "Az kaldı Setras, çok az kaldı. Bunu iliklerime kadar hissediyorum ve emin ol o da bunu hissediyordur. Yakında, zamanı geldiğinde yeniden ışığa yükseleceğiz ve her şeyi yerli yerine oturtacağız. Yeryüzündeki ve ışıktaki her mahlukata gerçeği göstereceğiz."

"Biliyor musun, bazen merak ediyorum hanginiz daha kötüsünüz diye? Ama hiçbir zaman cevabı kesin olarak veremiyorum."

Lain dudaklarını örten bıyıklarının altından gülümsedi. "Küstah..."

İnip çıkmaktan köşeleri aşınmış basamaklardan zindana sessizlik içinde indiler. İçlerindeki huzursuzluğun sesi yer yer yosun tutmuş, küf kokan koridorların yaşlı duvarlarından yankılanıyordu adeta. Setras, ayak seslerine ve insan bedeninin kalp atışlarının gümbürtüsüne daha fazla dayanamayarak, "Neden özellikle onu yakalamamı istedin?" diye sordu.

"Çünkü bir şey biliyor."

"Neyi?"

Lain duymazdan gelerek yürümeyi sürdürdü, Setras'ın gözlerini üzerinde hissedebiliyordu. Yine de cevap vermedi.

"Haydi ama..."

"Erin..."

Setras bir an donakaldı ve gözleri kocaman açıldı. "Erin mi?"

Hiç ışığı olmayan ama yine de ilginç bir şekilde karanlık da olmayan küçük bir odada zamanı tutmanın bir anlamı kalmamıştı artık. Ne kadar zamandır tutsak olduğunu bilmek kendisine bir fayda sağlamayacaktı kuşkusuz. Yerin altından gelen sıcaklıkla ısıtılan oda zaman zaman ayarı kaçırılıp çok sıcak ya da çok soğuk olabiliyordu. Işıklar da öyle, bazen göz alıcı aydınlık, bazen koyu karanlık...

İlk gözünü açtığında hücrede bulunan yaşlı adam belirli aralıklarla gidip geliyordu. Söylemesi küfür, dinlemesi günah olan şeyler fısıldıyordu kulaklarına. İlk olarak dinlemeyi reddetmişti ve yaşlı adam gidince, o yeniden gelene kadar oda kararmış ve ısı çok yükselmişti. Zalim sıcaklık ve karanlık... Cehennem... O günden sonra söylenilen sözlere katılmasa da hatta cevap vermese de en azından dinlemesi gerektiğini öğrenmişti.

Ara sıra hemen yanında bir tabak yemek ve biraz ekmek buluyordu ancak onların ne şekilde oraya geldiğini bilmiyordu. Kapının açıldığını hiç görmemişti dahası tüm bu gariplikleri düşünmeyi bırakmıştı. Daha acil sorulara cevap bulması gerekiyordu öncelikle. Terden keçeleşmiş saçlarını karıştırdı elleriyle, saç dipleri acıyordu. "Benden ne istiyorlar?" Belki de binlerce kez sormuştu bu soruyu kendine ama aklındaki tüm cevaplar tahminden öteye gitmiyordu. Yaşlı adamın da anlattıklarından bir şey çıkarmak zordu. Soruları boş vererek beklemekten başka yapacağı hiçbirşey yoktu.

Kilitlerin açıldığını, sürgülerin çekildiğini duyduğunda hayal mi gördüğünü yoksa yaşananların gerçek mi olduğunu anlamak için ayağa kalktı ve kapının yanına geldi. Ağır ahşap kapı boğuk bir gıcırtıyla yavaş yavaş açılıyordu. Kendisini yakalayan avcı kapıyı ardına kadar itekledi, doğrulur doğrulmaz neler olduğunu anlamaya çalışan meleğe şimşek gibi bir yumruk patlattı. Darbenin etkisiyle ayakları yerden kesilen ve hücrenin bir köşesine yüzükoyun düşen melek, avcının tepkisinden şaşkın, gözlerini kocaman kocaman açmış, dehşetle avcıya bakıyordu. Avcı çok kızmıştı ama neye kızmıştı ve neden ona vurmuştu bilmiyordu.

Acı, sonradan ve bir anda vurdu. Elini kan sızan dudaklarına götürdü. Yanağı, dudağı ve dişleri şiddetle sızlamaktaydı.

Avcı üzerine doğru geniş adımlarla geldi ve hala yerdeyken tekmelemeye başladı onu. Karın boşluğuna aldığı darbelerden dolayı öğürüyordu. Nefesi kesilmişti. Daha fazla dayak yemek istemiyordu. Denedi ama konuşamadı. Elleriyle vücuduna gelecek darbeleri savuşturmaya çalışırken bir ara boşluğu tırmalayıp durduğunu farketti. Avcı kendisine vurmayı bırakmıştı ama hala öfkeyle bakıyordu. Güçlü eller yakasından tutup kendisini ayağa kaldırdığında sendeleyerek doğrulabildi. Avcının bir eli yakasından tutmuştu, diğer eli de tehditkar bir yumruk olmuştu.

"Erin!" diyordu avcı, bu isim hiç de yabancı gelmiyordu ona. Yakasındaki el kendisini sarsıp duruyordu. "Konuş seni sünepe köpek, Erin nerede?"

Erin, elbette, şu kirlenmiş melek. Nerede olduğunu biliyordu. Anlatacaktı, Erin hakkında ne biliyorsa anlatacaktı, yeter ki şu işkence bir son bulsundu artık.  

Melek TaciriHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin