Bölüm 3

86 12 2
                                    


Ve ışığı gördü... Kendisi de ışıktan oluşsa da gözünü alacak kadar kuvvetli olan ışığı... Ve ardından yüce Gabriel'in sesini duydu, Yaratıcı'nın dört büyük yardımcısından biri olan 'vahiy taşıyan' Gabriel'in sesini...

"Yer yüzüne git," dedi Gabriel, "yer yüzüne, Kutlu Olan'ın yanına... Ama kendin gibi değil, düşük ve zelil bir halde, tevazu ile... Onun yanında ol, dara düştüğünde yüreğini ferahlat, korktuğunda Yaratıcı'nın ismini fısılda kulağına. Ona karşı fenalık yaptıklarında onun nefsine kurban gitmesine izin verme son günlerinde."

Ve yer yüzüne indi, düşük ve zelil bir erkek bedeni giyindi. Kutlu Olan'ın yanında aldı soluğu. Kendi gibi gitmemiş olsa da Kutlu Olan değişik baktı ona ve gülümsedi, yanından ayırmadı Gabriel'in çırağını.

Çırak gördü ki Kutlu Olan sıkıntıda ama ne yanındakiler çare olabilmişler derdine ne de kendisi bir çözüm bulabilmiş. İnsanların cehaleti mevki de inanç da tanımaz. Kutlu Olan kime anlattıysa da yaratıcının sözünü, tam olarak anlamalarını sağlayamamıştı ve biliyordu, çok zamanı kalmamıştı dünya yüzünde. Yine de kimsenin tam olarak anlamayacağını bilse bile ve hatta kötü niyetli kişilerin söylediklerinden apayrı anlamlar çıkartacaklarından emin de olsa, Yaratıcı'nın sözünü yaymaya devam etmişti.

"Göklerdeki babamız" demişti bir gün, ışık ibadethanenin avlusundaki küçük çukurlara dolmuş suların üzerinde parlarken, "Göksel babamız ışığı iyi ve kötünün üzerine doğurur ve yağmurunu adilin ve adaletsiz olanın üzerine yağdırır. Buna inananlar dünya üzerinde bir cennete, dünya tarlası üzerinde bir hazineye sahip olacak." O gün Yaratıcı'nın evi olan büyük tapınakta mallarını satmak üzere gelmiş olan tüccarların tezgahlarını yerle bir ettiği, din adamlarını – ferisileri- dünyevilikle suçladığı günün hemen ertesi günüydü. Ayakları kendisini yine tapınağa getirmişti. Öğrencileri, havarileri ve dinleyenleri "Acaba dün gece Yaratıcı'dan akıl mı danıştı?" diye düşündüler ve yine onun etrafındaki yerlerini aldılar.

Gabriel'in çırağı da oradaydı ve herşeyi görüp duymaktaydı. Tezgahları yıkılan tüccarlar öfke dolu bakışlarla bakıyorlardı Kutlu Olan'a. O ise bilerek pazar yerinden uzakta, batı salonunda bulunuyordu. Önce sağdan soldan sorular sordular ama bir ferisi – büyük ihtimalle yıkılan tezgahlardan oluşacak zararı tapınağa yapılan bağışlarla ödeyecek olan, diye düşündü çırak- "Bunu hangi kudretle yaptın ve bu kudreti sana kim verdi?" diye sordu. Kutlu Olan belli ki bu soruyu bekliyordu. "İzin verirsen ben sana bir soru sorayım ve hangi kudrete hizmet ettiğimi sorumu bilirsen açıklayayım. Vaftizci Yahya vaftiz etme kudretini Yaratıcı'dan mı aldı yoksa insandan mı?"

Bir mırıltı dolaştı kalabalıkta ve kimse ne yanıt vereceğini bilemedi. Ferisi bunun tuzak bir soru olduğunu biliyordu. Eğer Yaratıcı'dan dese o zaman Kutlu Olan'ın – yani halkın ve din bilginlerinin gözünde öğretmenin- "neden ona inanmadınız" diyeceği belliydi. Eğer insandan dese bu kez halktan korkması gerekecekti çünkü halkın Yahya'yı peygamber olarak saydığının farkındaydı. Hiçbir şey söyleyememesine, öğretmenin kendisini kalabalık içinde zor durumda bırakmış olmasına rağmen çok kısa bir zaman içerisinde gururla gülümsedi. Kutlu Olan ve onun havarileri bu kısa anı yakalayamamış olsalar da çırak gözden kaçırmamıştı.


O gün, güneş kavuşana dek tapınağın avlusunda kaldı çırak, yerinden hiç kıpırdamadan. Kutsal Olan etrafındakilerle birlikte çoktan ayrılmıştı ama sesi sanki hala boş avluda yankılanıyordu. Giyindiği bedenin uzun süre hareketsiz kalmasından dolayı gerçekleştirdiği protestonun ciddi bir tutulmaya yol açacağını çok sonradan, hafifçe doğrulmak isterken farketmişti. Ama yine de onca saat tek başına, kıpırtısız ve yarı bilinçsiz neden oturup kaldığını bilemiyordu. Gitmek üzere ayağa kalktı, ağrıyan belini tuttu, tutulmuş boynunu ovaladı ve karıncalanmış olan sağ bacağına yüklenmekten korkarak aksak bir iki adımla kapıya doğru yürümeye başladı. O an arkasından gelen ayak sesiyle bir anlığına irkildi. Ayrılmaya karar verdiği anda avluda tek başına olduğunu biliyordu, yine de arkasındaki- sanki tapınağın sahibiymiş gibi kendinden emin ve pervasızca boş duvarlarda yankılanan ayak sesleri birilerini gözden kaçırdığını gösteriyordu.

"Demek gidiyorsun." dedi bir ses.

Sesin sahibini görmek için yavaşça geriye döndü. Gündüz Kutlu Olan'ın sorusuna cevap veremeyen ak sakallı ferisiydi bu. "Evet ya beyim," dedi çırak, rolünü hatırlayarak.

"Bunca saattir tek başına oturursun avluda, bir derdin mi vardı?"

"Derdim yoktur beyim, Tanrı'ya şükürler ola. Lakin bu tapınak Tanrı'nın evidir ve onun yolunda giden bir meczup bile olsa burada olmaya hakkı vardır."

"Elbette, elbette" dedi yaşlı adam, bir eli sakallı çenesini ovuştururken. "Sen gündüz de buradaydın ve öğretmenin sözlerini dinliyordun."

"Evet beyim."

"Seninle onun hakkında konuşmak isterim."

"Aman beyim güldürme beni. Ben ki çaresiz bir meczubum, Kutlu Olan'ın hakkında konuşmak haddime mi düşer?"

Ak sakallı ferisnin gözleri kısıldı. "Sizler ona Kutlu Olan diyorsunuz demek... Çırak..."

Yüzü bembeyaz kesildi. "Sen... Nasıl olur?"

"Şimdi konuşabilir miyiz?" Yaşlı adam eliyle batı salonunun yakınındaki taş basamaklara davet etti. Davet eden elin zerafetle kıvrılması bile bir tehdit unsuru içeriyordu. Yine de çırak çaresizce basamaklara doğru giderken içindeki merakı bastırmakta başarılı olamamıştı.

Gizemli ferisi yavaşça basamağa otururken çırak merak ve panikten titreyen ellerine bakıyordu. Yaşlı adamın dudakları hafifçe kıvrıldı. "Haydi sor." dedi, küçümseyen gülümsemesinin ardından.

"Kimsin sen?"

"Bir çok şekilde tanınırım ama hiçbirisi değilim. Senin yaratıcının dediği şekilde Lain olarak bilinirim."

"Lain!" Neredeyse soluğu kesiliyordu çırağın. Gözleri faltaşı gibi açılmıştı ve farkında olmadan bir iki karış öteye kaymıştı. Söylenen cümleler defalarca dönerken beyninde, sessizliğin baskısının ağırlığını farketti. O kendisine hala bakmaktaydı. "Lain..." dedi yeniden, bu sefer ilk sarfettiği gibi değil, daha sakince çıkmıştı isim dudaklarından. "Ne demek oluyor bu? Benim yaratıcım, senin de yaratıcın değil mi?"

"Hayır, değil."

"Nasıl oluyor da sen, yaratıcı tarafından lanetlenen sen, onun evi kabul edilen bu kutsal yerde bulunabiliyorsun?"

"Işık tarafından kutsanan her şey ışıkta kutsaldır. Oysa burası yer yüzü ve yer yüzü ışıktan çok uzakta. Ben burada istediğimi yapabilirim ve bu kural da aklı olan her mahlukat için geçerlidir. Bir insan isterse bir başkasının canını alabilir, bir insan isterse birini baştan çıkarabilir. Yaratıcının yasak ettiği ne varsa hepsini yapabilir ve onların yaptıkları başkalarına eşi benzeri görülmemiş zararlar verebilir. Ama yaratıcın bunların olmamasını sağlayamaz. O sadece insanların zihinlerinde ve vicdanlarında hüküm sürebilir ve bu da senin türün sayesinde çırak."

"Benim türüm mü?"

"Evet çırak, senin türün. Sizlerden başka insanların türü, hayvanların türü, cinlerin türü, benim ve yaratıcın diye bildiğin şeyin türü vardır."

"Demek sen Lain, sen kendini yüce yaratıcıyla bir tutuyorsun." dedi çırak neredeyse iğrenerek.

"Haklısın çırak," dedi Lain, eğlendiği belliydi, "Onunla kendimi asla bir tutmamalıyım. Ben en azından kendimi herkese, yerin ve göğün yaratıcısıyım, diye sunmuyorum. Oysa o, yapmadığı şeyleri kendisine mal ederek kendini sevdirmenin peşinde. Söyle çırak, ben bu kadar alçak mıyım?"

"Seni haddini bilmez sahtekar! Ne cüretle böyle konuşabiliyorsun?"

"Sahtekar mı?" diye sordu Lain, "Her soruna ciddiyetle ve samimiyetle cevap verdim ve sen asıl sahtekarı görmezden gelerek beni mi suçluyorsun?" Bir an hiddetle parlayan gözleri yavaşça soğurken çırak korkudan kaskatı kesilmişti. "Sana söyledim, " sesi daha sakin, daha derinden geliyordu, "onun bir şey yarattığı falan yok. Bu sadece safsata."

"Senin yalanlarına inanmayacağım. Böylesine küstahça ve mantık dışı bir şeye inanacağımı sanıyorsan deli olman gerekir."

"Anlat bana çırak, ışıkta senin türünden kaç tane var?"

"Sayılamayacak kadar çok."

Melek TaciriHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin