Uzun sayılabilecek bir kahvaltı sonrası Hakan ile evden anca çıkıyoruz. Ayakkabılarımı giyip kapıdan çıkacakken gözüm oldukça derli toplu duran mutfağa takıldı. Yanımdaki bu adam ömrümde bir ilki gerçekleştirmiş, benle bulaşık yıkamıştı. Kahvaltılıkları tek tek dolaba koymuş, sonra benim köpükleyip kenara koyduğum her bir bulaşığı itirazlarım altında durulayıp, bulaşıklığa yerleştirmişti. Belki diğer insanlar için normal bir durum ama benim için oldukça şaşırtıcı.
"Hasret?"
İrkilerek ona döndüm. Mutfağa sabitlenmiş bakışlarımdan utanıp konuşmasına fırsat vermeden kapıdan dışarıya adımımı attım.
"Bu gün işimiz çok."
Aynı hızla konuyu değiştirerek çantamın içine attığım anahtarları aramaya koyuldum. Her türlü ıvır zıvırın bulunduğu çantamın içinde bir şey bulmak hiçbir zaman kolay olmamıştı. Merdivenin ilk basamağına oturup, çantamı kucağıma aldım. Bavulu andıran çöplükten elime gelen her şeyi tek tek çıkardım; cüzdan, ayna, şarj aleti, parfüm, ruj-lar, not defteri, minik ayakkabı sileceği.. İşte assolistimiz anahtar!
Tam kalkıp kapıyı kilitleyecekken Hakan'ın "gülmek istiyorum ama gülemiyorum" ifadesi ile karşılaştım. Ee normal tabi, adamlar bir cüzdan bir anahtar işi bitiriyor bizim gibi bütün evi yanlarında taşımıyorlar. Ah bir de çantadan henüz çıkmamış olanları bilse.. Sanırım ömrü billah dilinden kurtulamazdım. Sahi, yanımda o kadar uzun kalacak mı ki?
Hiçbir şey demeden kapıya yaklaştım, anahtarı kilide yerleştirip iki kez çevirdim. Derin bir nefes alma ihtiyacı duyarak yüzümü ona döndüm. Arkam dönük olduğu sürece hissettiğim bakışları şimdi yüzümde geziniyordu. Onda en sevdiğim özellikte buydu. Hiç çekinmeden tam gözünün içine bakıyordu. Çoğu insan yüzüne adam gibi bakmadan ya çevrede gözlerini gezdirirdi ya da vücudumuzun bilumum yerlerinde. Bende aynı onun gibi gözlerinin en içine baktım. Bu anlık cesareti bana kendi elleriyle sunarken geri çevirmek olmazdı.
Ufak bir gülümsemeyle başımı diğer tarafa çevirdim ve merdivenleri inmeye başladım. Bakışlarında garip bir şey vardı, içimde kaçma isteği uyandırıyordu. Tanışalı kaç gün olmuştu ama ben hiç uzunca bakamamıştım gözlerine, ki normalde hiç duyum değildir birinin yüzüne bakmadan konuşmak. Ama onun gözlerine bakınca olmuyor. Kaç diyor bir ses. Arkana bakmadan kaç!
"Şu içindeki sesle konuşacağına birazda insanlarla konuşsan, asosyallikten kurtulacaksın."
"Ne?"
"Gayet net duydun bence."
Bu adam beni hiç tanımıyor. Hem de hiç! Asosyal nedir yahu? Bir kere sosyal kelimesinin sözlük anlamı benim, asosyal de kimmiş? Sadece şu sıralar içimden kimseyle konuşmak gelmiyor. Zaten Nur dışındaki bütün arkadaşlarım İzmir'de kaldı.
"Ne yapayım yani tanımadığım insanlarla mı sohbet edeyim?"
"Tanımadığın adamla alışverişe çıkabiliyorsun ama konuşamıyorsun öyle mi?"
Bu adamın anlayışına hayranım desem abartmış mı olurum? Ben ne diyorum , o bu cümleden ne çıkarıyor. Üstelik dediği de oldukça doğru. Şu an sadece adını bildiğim, yaşını ortalama olarak tahmin edebildiğim ve hakkında gereksiz birkaç bilgi dışında hiçbir şey bilmediğim bir adamla alışverişe çıkıyorum. Hem de en yakın arkadaşımın evlenme teklifi için.
"Ben.. şey.."
"Ney? Hadi düşünürken bin şu arabaya da trafiğe kalmayalım."
Daha ne olup bittiğini, ne dediğini anlayamadan kendimi arabanın içinde bulmuştum. Üstelik nereye gideceğimizi, ne alacağımızı bile bilmiyordum. Tunç dün beni arayıp "Hakanla alışverişe gideceksiniz, gerisini o biliyor." Dedikten sonra öğrenebildiğim ekstra tek şey beni aramadan hemen önce Recep amca ile konuşup ondan izin alabildiğiydi. Bunu nasıl başardı, Recep amca nasıl ikna oldu derseniz bende biliyorum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ellerimi Bırakma
Tiểu Thuyết ChungÇocukken her şey ne kadar basit ve bir o kadar güzeldi. Düşünüyorum da en büyük dert düşük not aldığımızda ailemize ne bahane üreteceğimizdi. Şimdi keşke yine o minik bahanelerle yırtabilsem bütün korkularımdan. Keşke biri çıkıp dese ki, olsun sen h...