Türk Klasikleri ve Diğerleri

201 22 26
                                    

Başlıktaki iddialı girişe bakmayın, aslında niyetim Türk edebiyatını Dünya edebiyatı ile kapıştırmak değil. :) Daha çok benim hangisinden, ne yönde etkilendiğimi anlatmak. Neden bu konudan başladığıma gelince... Yazarlar ve kitaplara geçmeden önce genel bir çerçeve çizmenin işimi kolaylaştıracağını düşündüm. Çünkü bana göre, bir bütün olarak ele alındığında edebiyatın en önemli sınırlarını okunan kitapların konusu veya tarzından çok, yazıldığı dil ve kültür çiziyor. Son dönemde globalleşme ve yabancı dildeki eserlere ulaşım kolaylığı sebebiyle bu pek belli olmasa da, daha eski yazınları okuduğunuzda aradaki kalın çizgileri rahatlıkla fark edebiliyorsunuz.

Açıkçası uzun süredir popüler romanlar yerine klasiklere eğilmiş durumdayım. Popüler kültürden etkilenmemek gibi bir amacım olduğundan değil, biraz önce bahsettiğim globalleşmenin azizliğine uğramadan anadilimi keşfedebilmek için. Ve çoğumuzun hiç okumadığı, burun kıvırdığı yerden başladım bu işe: batı tesirindeki ilk Türk eserlerinden. Şimdi belki aklınıza şu soru gelebilir; e be Yeşim, "Türk Edebiyatı ve Diğerleri" diye başlık atıp batı tesirindeki Türk edebiyatından konuya girmek çelişki değil de nedir? :) Aslında divan edebiyatını, ya da daha geniş bir ifadeyle, İslamiyet'ten sonraki edebiyatı da tarihe ilgim nedeniyle bir miktar okuyup araştırdım. Çok da sevdim, kesinlikle bir kenara atma niyetinde değilim. Yeri geldikçe bu günlükte yer vereceğim. Batı etkisindeki edebiyattan başlama sebebim, şu anki edebiyatımızın da aynı kulvarda olması sadece. Tabii benim yazdıklarımın da...

'Batı tesirindeki Türk edebiyatı' ifadesini okullardaki Türk Dili ve Edebiyatı derslerinden bolca hatırlarsınız. Özellikle sözel bölümlerden mezun olanlar iyi bilirler Servet-i Fünun ve Ferc-i Ati nedir, Tanzimat veya cumhuriyet dönemi edebiyatı deyince akla kimler gelir... Sinema ve televizyon uyarlamaları da sağ olsun, hepimiz öğrendik Aşk-ı Memnu'yu, Çalıkuşu'nu, Fatih-Harbiye'yi, Gulyabani'yi... Ama iş okumaya gelince, arkamıza bakmadan kaçıyoruz. Sıkıcı buluyoruz, dili ağır geliyor, ya da çoktan tükettiğimiz konuları anlattıklarını düşünüp omuz silkiyoruz. Ama bir süredir fark ediyorum ki tüm bunların sebebi klasik bir kitabı okurken neye bakacağımızı bilmememiz. Ya da daha açık bir ifadeyle; Türk edebiyatı konusundaki cehaletimiz.

Ben sorunumun bu olduğunu edebiyatı çok seven bir arkadaşım "Fareler ve İnsanlar" kitabından bahsederken bana "Aslında o kitapta çok ilginç ayrıntılar var. Mesela Curley'nin karısının adı hiç geçmiyor, hep 'kadın' diye bahsediliyor. Kitaptaki isimsiz tek karakter. Bu da yazarın kadınlara verdiği değeri ortaya koyuyor." dediğinde anlamıştım. Şimdi arkadaşımın yorumunda yüzde yüz haklı olduğundan emin değilim, ama esas önemli nokta şuydu: Söylediği şey o kitaba karşı içimde hiç var olmayan ilgiyi bir anda uyandırmıştı. Peki "neden adını duyduğum ama zerre merak etmediğim başka kitaplarda da aynı ayrıntılar olmasın"dı? Ve "neden o ayrıntıları yakaladıkça bu eserlere 'klasik, kült, önemli' denilmesinin sebebini anlamayayım"dı?

Yazarları araştırma ve kitapların 'önsözünü de okuma' alışkanlığımı işte böyle edindim. Bu da 'ciddi edebiyat' ile aramı düzeltmemin ilk adımı oldu.

Uzun süredir klasiklere eğildiğimi söylemiştim. Biraz Rus, biraz İngiliz, biraz Fransız, biraz Alman, biraz da Amerikan edebiyatı okuduktan sonra ister istemez bunları yerli edebiyatımız ile karşılaştırır oldum. Hangisinin ne açıdan beni etkilediğine, gerek anlatımda, gerek kurguda ve karakterlerde hangi yönlerinin hoşuma gittiğine kafa yordukça Türk eserlerinin farkları da daha keskin bir biçimde ortaya çıkmaya başladı benim için. Ve sadece dil ile ilgili değildi bu fark, son derece açık bir bakış açısı farkı vardı.

Belki en çarpıcı nokta şu: edebiyatımız ne kadar bireye eğilmeye çabalarsa çabalasın toplumsal dinamizmden adeta 'besleniyor' ve geçirilen siyasi değişimin etkisi de her yanına nüfus etmiş. Okuduğunuz şey "Dokuzuncu Hariciye Koğuşu" dahi olsa (ki ne kadar kişisel bir roman olduğunu herhalde belirtmeye gerek yoktur) kendinizi bir anda politik çatışmaların ortasında bulabiliyorsunuz. Dönemin siyasi baskısını bahane ederek toplumsal konulardan uzak duran Servet-i Fünun'cular bile aslında bu açıdan toplumdan soyutlamıyorlar eserlerini; hepimizin yakinen tanıdığı zevk sefa adamı Behlül'ün politik tartışmalara kendine özgü fikirlerle, hevesli bir biçimde katılmasından daha ala kanıt aramaya gerek yoktur buna. Beni esas etkileyen ise yazarların bu tercihlerini eserlerine yedirme şekli oldu. Karakterler uyanık; hem kendi gerçekliklerine ve çevrelerindeki kurgusal karakterlere karşı, hem de içinde yazıldıkları döneme karşı algıları -kendilerince- açık kişiler. Bu, bir karakteri 'canlı' kılmanın en başarılı yollarından biri değil de nedir? Karakterlerin sadece bizim veya yazarın hayal gücünde var olan bir kurgudan ziyade, yazarından ve okuyucusundan bağımsız olarak var olmuş gerçek insan tadı vermesinin bana göre en büyük sebebi de işte bu.

Belki de bu yüzden, Türk edebiyatı kendi değişimi ile fazlasıyla meşgul olduğundan, eğlenirken bile realizmden kopamamış. Okurken en çok güldüğüm yazarlardan biri olan Hüseyin Rahmi örneğin... Hayal ürünü şeyleri sadece insanların çeşitli zaaflarını çarpıcı hale getirmek için malzeme olarak kullanmış; bir yandan da akla uygun, bilimsel kanıtlarla işin aslını açıklamaktan geri durmuyor. Yine aynı sebepten, puslu bir geleceğin gizemi ve insanlara fazla bile gelen o korkuya sunî bir korku daha ekleme ihtiyacı duyulmamış. Katiller, cinayetler, ürkütücü hikayeler kitap sayfalarında yer bulamamışlar, nadiren ele alındıklarında da kendi varlıklarıyla büyüyüp serpilemeden topluma ve siyasete bağlanmışlar. Bir bakıma, okuyucu her fırsatta gerçek dünyaya geri döndürülmüş.

Türk edebiyatı, korku, fantezi ve hatta aşk bakımından dahi yer yer zayıf olsa da, toplumu ve insanı yansıtma becerisi ele alındığında son derece güçlü aslında ve değerini bu gücünden alıyor. Klasik eserlerimizi okurken aldığım lezzetin kaynağı da işte bu toplum-insan ilişkisi oldu. Kullanılan dil bile yazarın dünya görüşü ile ilişkilendirildiğinde başka bir anlam kazanıyor.

Bu yüzden yazmak isteyen herkesin, evet herkesin, hem Türk, hem dünya klasiklerine yakın durması gerektiğini düşünüyorum. Kendi rengini bulmak için harcına anadilinin ve kültürünün karıştığı, yıllarca, tuğla tuğla örülmüş bu mirasın odalarını keşfetmesi, farkını ortaya koymak ve ufkunu açmak için de o mirasın camından diğer kültürlerin edebi mirasına sorgulayan gözlerle bakması gerektiğine inanıyorum.

Fikrimce, ancak bu şart sağlanırsa yazmak bir boşaltım eylemi olmaktan çıkıp, gerçek bir üretime dönüşebilir.

Herkese edebiyatı bol günler dilerim.

Cesum'un Edebiyat GünlüğüHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin