Ve nihayet zorlu otobüs yolculuğum bitmiş, kendimi, bir türlü ısınamadığım yeni fakültemin önünde bulmuştum. Çevremdekilerden utanmasam o anda toprağı öpecektim. Lakin bir an, üniversitenin kendini seçkin sanan sakinleri tarafından ayıplanıp, deli yerine konabileceğimi düşünerek hemen caydım fikrimden... Sonuçta kampüsün Edebiyat ve Eğitim fakültelerinden sonra, en kalabalık fakültesiydi İktisadi ve İdari Bilimler. Burdan yayılan küçük bir haber, taa kampüsün öteki ucundan duyulurdu... Oysa eski okulumda olsaydım bu olay, koca bir şamata konusu olur, günlerce otobüste yaşananları ve akabinde benim toprağı öpme olayımı taklit edip hunharca gülerdik... Sanki o zamanlar okula giderken otobüsü kullanıyordun ya Oğuz tabi.. Ama sonuçta birşeyleri anlamıştımki popülerliğimi de eski okulumda bırakmışım... O zamanlar bu durumu umursamaz, hatta bundan sıkıldığım bile olurdu...
Ardı arkası kesilmeyen düşünce kartopuma kendimi kaptırmadan son verip, postacı yürüyüşüyle amfinin yolunu tuttum. Yine şu gıcık kadının dersi vardı ve ben yine geç kalmıştım. Danışman bozuntusu nasıl oluyorsa geçiş yaparken beni, hem de bana hiç sormadan bu derse atmış. Bense durumun vehâmetini anlayınca danışmana gidip; ben bu dersi almak istemiyorum demiştim ama nafile... Diğer derslerin kotaları doluymuş da, bu dersi seçen daha az öğrenci olduğu için buna mecburmuşum da, daha bin türlü bahane... "Bu dersi seçen daha az önrenci var da sanki, geçebilen kaç kişi? Normal ders gibi giriyoruz, hatta amfiye bile zor sığıyoruz. Bu hoca kimi geçirmiş de bu güne kadar, dersi seçen az kişi diyorsunuz?" deyip ve o sinirle danışmanın odasından çıkışım dün gibi aklımda. Gözüm bişey görmemişti de kapının önünde bölüm başkanına toslamıştım... Hatta daha da güzel olanı; bir tur Hasbinallaaah çekip, suçu da ona kastıktan sonra, fırlayıp bölümden çıkmışımdı.... Ah baba ahh... Hepsi senin yüzünden...
...
Ayaklarım geri geri gitse de sonunda amfinin önüne gelmiştim. Benden önce gelen ve adlarını henüz bilmediğim, -gerçi banane- bilmek de istemediğim; biri kavak gibi uzun, erkek, iki kişi daha derse girmek için derin bir nefes almış bekliyordu. Uzun çocuk beni görünce"Sen daha yenisin, hoca sana çok kızmaz, önce sen gir" deyip kapının önüne itiverdi beni. Dip boyası gelmiş çakma sarışın da kapıyı tıklattı ve kendimi içeride buldum.
Amaan oğlum. Nasılsa o azarı işiteceksin zaten.... Bu mallar da beni yeniyim diye keklediklerini sansınlar, dedim içimden ve hocaya dönüp:
-Kusura bakmayın hocam geç kaldık ve üç kişiyiz, girebilir miyiz? dedim ve kapıyı ardına kadar açtım. Çakma sarışınla sırık, bir anda neye uğradıklarını şaşırdı ve amfiye adımlarını atmak zorunda kaldılar.... Heh heeyt... Yılların çakal Oğuzuyum ben. Hiç o azarı tek başına işitir miyim?...
Hoca sırığı görünce hemen atıldı:
-Vaay Kavak Erdem sen de mi geç kaldııın? Halbuki her derse erken gelirdin.. Tühh!.. Nasıl oldu bu!..
-Peki Nihalcim ya sen? Sen neden geç kaldın evladım? Otobüsün tekeri mi patladı? Yoksa balyajları mı açtıramadın sabah sabah? Bu salak delikanlıyı da yeni diye atmışsınız önünüze. Ben de anlamadım sanki!..
-Ay bu kadın adamı fıtık eder bee. Alacaksan al içeri, değilse koy kapının önüne. Ne diye zorluyorsun ki? dedim bir hışımla ama bu sefer içsesim dış sesim olmuştu... Duvar tarafındaki iki sıra duymuş olacak ki kıs kıs güldüler... Hoca ise; mevzuyu merak etmiş bir edâyla:
-Bişey mi dedin delikanlı? dedi. Ben de:
-Evet!.. Acaba ders bitmeden içeri girebilecek miyiz dedim!... diye yanıtladım. Kadının yüzü; cehennemden kovulmuş şeytan gibi değişti ve işaret parmağını üzerime dikip, bana:
-Sen çık. Siz ikiniz girebilirsiniz dedi. Bir daha ukalalık eder ve derse geç kalırsan, bu dersten geçemezsin bilmiş ol delikanlı o kadar! dedi...
Ve hüsraaann... Sabahın nurunun, bana körü gibi geldiği bir vakitte kalk, bin bir türlü belayla okula gel ve derse alınma. Hah tamam. Bu ancak bana özgü birşey olabilirdi. Resmen babamın lanetiyle boğuşuyordum. Ne demişti mübarek? İnşallah gerçek dünyanın, senin hayatın kadar rahat olmadığının farkına, en kısa zamanda varırsın da babam haklıymış dersin!.. Tövbe tövbe dedi Oğuz ve babasının haklılığını inkar edercesine omuzlarını silkti. İnkar etti etmesine ama habire de içini kemiren birşey vardı. Zira bugün, o mel'un, o belalı, o kayarto günlerinden birini yaşıyor, hiçbir işi denk gelmiyordu. Belki de bu, o belaların bir alıştırma sürümüydü kim bilir?....
O anda Oğuz'un zihninde, bu bin bir türlü bela içinden, Ahu Gözlü sıyrılıp çıkmıştı... Sahi kız başına mühendislikte ne arıyordu?.. Tamam, mühendis olacaktı da yani, ne diye seçmişti bu bölümü? Malum mühendislik erkeklerle doluydu. Ahu gözlü de bi erkek için hiç de fena sayılmazdı hani. Fena sayılmaz da ne demek.. Pekala birçok erkeğin idealindeki tip olabilirdi. O siyahtan açık dalgalı saçlar, o ahu gözler, o naif ama ürkek olmayan dik duruş, ve o kendinden emin konuşma... Kim olsa hayran kalırdı doğrusu...
Oğuz bunları düşüne düşüne kendini Ahu Gözlü'nün indiği mühendislik durağında bulmuştu. Bir an, nasıl oldu? neden burdayım? diye afallayıp geri dönecek oldu ama sonra vazgeçti. Durağa oturmaya yeltendi. Bundan da cayıp durağın sol çaprazında yer alan, ağaçlık alandaki banka oturdu. Buradan durakta olup biten herşey rahatlıkla görünüyordu.
-Evet. dedi. Burada bekler ve gelince de hemen koşup ücreti verip ve teşekkür ederim dedi. Amacı bir asalak olmadığını kanıtlamaktı. Peki ya diğer amacı? Ya da asıl sebebi neydi bekleyişinin? Farkında değildi belki, hatta kendine bile itiraf edememişti henüz ama O'nun bu kadar düşünüp, beklemesine yol açan ve er ya da geç ortaya çıkmayı bekleyen o sebep, bir sır gibi pusuya yatmış, Oğuzu, umutla bekletmeye başlamıştı...
...
Bekledi.... Bekledi... Bekledi... Günlerce, hatta haftalarca bekledi... Neredeyse üç haftadır okula hergün erken gidip mühendislik fakültesi durağında iniyor, aşağı yukarı 30 dakika geleni geçeni seyrediyor, dersinin başlama saatine yakın kendi okuluna gidiyor, dersten çıkar çıkmaz da yine oraya koşuyordu. Aralıksız hergün, belki görebilirim umuduyla o banka koştu. Artık ne teşekkür umrundaydı ne de asalak olmadığının kanıtı, o iki liralık otobüs ücreti. Aklındaki tek şey; Ahu Gözlüsü'ydü... Beklediği üç hafta, ona bir asır gibi gelmişti.... İçine bir kurt, kurdun içine de bir kuzu düşmüş, ha bire acıyla inliyordu... Neydi bu sahi? O kızı, günlerdir Ahu Gözlü diye nitelendirdiği o kızı, birden bire O'nun Ahu Gözlü'sü yapan?
Bekliyor..Bekliyor.. Bekliyordu... Kendini düştüğü bu girdaptan ve içine düşen kurdu da, o midesinde inleyen kuzudan kurtarmaya çalışıyordu.... Günler geçtikçe umudu sönmeye başlıyor; Aslında O'nu, neden bu kadar beklediği de, puslu havanın ardından açılan gökyüzü gibi yavaş yavaş berraklaşıyordu... Bekliyordu Oğuz. Bekliyor, umudunu da diri tutmaya çalışıyordu... Kulaklığındaysa bir müzik, yavaşça kalbine uzanıp ansızın umuduna bir hançer saplıyordu...
____
⬇️ Oğuz'un kulaklığındaki müzik⬇️ Oğuz'u anlayabilmek için Tamamını dinlemenizi öneririm...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Şaşkın DJ
General FictionDünya küçüktü... Hayallerimizi, umutlarımızı sığdırabileceğimizden çok daha küçük... Bu yetmezmiş gibi bir de, ömürler uzundu... Çok da lazımmış gibi yaşıyor ,yaşadıkça yoruluyor ve kainatın rutin karmaşasında sürükleniyorduk. Ben de bu düzenin bir...