On bir

110 18 7
                                    

Cihan işe gitmek için evden çıkarken, aklı halen annesinde kalmıştı. Biliyordu, Demet böyle bir durumda annesini üzecek tek bir kelime etmezdi ama yine de içten içe birbirlerini kırmalarından korkuyordu. Şimdiye değin annesi ve Demet hiç anlaşamamıştı.

Cihan üniversiteyi bitirip de Demet'e âşık olduğunda elinden tutup Bursa'ya götürmüştü onu. Ama anacığı ne yapsa ne etse kabullenmemişti Demet'ini. Oysa Demet hiçbir gün annesine karşı kötü söz etmemiş, saygısızlıkta bulunmamıştı.

Sırf annesi, köylerinden bir kızı beğenip söz verdi diye, Cihan'a da tavır almıştı uzun zaman. Ama Cihan annesine kulak vermemişti. İyi ki de vermemişti! Demet, hayatının kadını, ona dünyalar güzeli bir kız çocuğu vermiş; sevgisini, güvenini hiçbir zaman Cihan'ın üzerinden eksik etmemişti.

Birbirlerine her baktıklarında aşkla çarpan kalpleri, zamanla derin bir sevgiye dönüşmüş ve birbirlerini gözlerinden sakınmışlardı. Demet ona Zeynep'ini, minik kuşunu verdiğinde ise tekrar âşık olmuştu Demet'e.

Cihan da sevmişti. Demet'i de Zeynep'i de hep canından daha çok sevmişti. Onlara tek bir gün kötü söz söylememiş, istemeden de olsa kalplerini kırdığında içi titremişti.

Ama şimdi annesi hastayken, onunla daha fazla vakit geçirmemenin pişmanlığını da yaşamıyor değildi. Annesine hiçbir zaman soğuk davranmasa da tatilden bayrama olan ziyaretleri elbette ki gereğinden seyrekti. Bunun suçluluğunu duyuyordu Cihan yüreğinde.

Yine de inanıyordu. Tüm sevgisi, maddi manevi bütün desteği annesiyle berberdi. İnanıyordu ki, annesi bu illeti yenecek, yeniden eski sağlığına kavuşacaktı.

***

"Ama Kerem! Burası çok güzell!"

"Evet öyle."

Önümdeki geniş, yeşillik alana bakarken neredeyse nutkum tutulmuştu. Ağaçlar ölçülmüşçesine bir mesafeyle sıralanmış, birbirlerinin takip ediyorlardı. Ağaçlara paralel olarak uzanan ışıl ışıl bir de nehir vardı. Çimenler ortamın doğallığına rağmen yeni biçilmiş gibi intizamlıydılar. Her ağacın dibinde ve etrafı çevreleyen çalılıkların üzerlerinde birbirinden güzel çiçekleri de unutmamak gerekirdi elbette.

Nehir, şimdiye değin gördüklerime kıyasla epeyce büyüktü. Enini boyunu göz kararı verecek kadar bilgim olmasa da genişliğine üç kez Kerem'i uzatabilirdim herhalde. Boyu için ise bir şey söyleyebilmem mümkün değildi; zira ne başını ne de sonunu seçebiliyordum, olduğum yerden.

Daha önce dağı taşı beton olan İstanbul'da böylesine güzellikte bir yer daha görmemiştim. Burada doğup büyümüş biri olarak, ormanlar bile pek bir masalsı geliyordu bana.

Kerem nereden bulduğunu bilmediğim bir arabayla getirmişti buraya. Epey de lükstü üstelik. Tahmin ettiğim kadarıyla arkadaşlarının tekinden almış olmalıydı. Açıkçası onun bu kadar doğal ve mükemmel güzellikteki bir yeri biliyor olmasına pek de ihtimal vermezdim, beni şaşırtmıştı. Bilirsiniz, o daha çok barlardan çıkmayan, her gece başka otel odasında sabahlayan, rezidanslarda son teknolojileriyle diz kırıp oturan tiplere benziyordu. Yani onu ilk gördüğüm zamanlarda böyle düşünmüştüm. Ancak yanıldığım ayan beyan ortadaydı.

Nihayet dikildiğim arabanın yanından ayrılıp nehre doğru yaklaşmaya başladım. O benimle gelmemiş ve bagaja doğru yürümüştü. Ancak etrafa sinmiş muazzamlığa hayran kalmakla öylesine meşguldüm ki gözümün ucuyla dahi bakamamıştım ona. Nehirle aramda bir-iki metre kala olduğum yerde bağdaş kurarak oturdum.

Derin bir nefesi ciğerlerime çekerken hissettiğim huzur nedeniyle dudaklarımda ufak bir tebessüm şekil bulmuştu bile. Çok güzel kokuyordu. Toprak, çimen, çiçekler, tertemiz nehir ve tertemiz hava... Hepsi mükemmeldi ve burun deliklerim daha da fazlasını solumak için genişliyorlardı.

TarçınHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin