Hile, oyunu kazandırsa da, kaderi değistirmez.
-La edri
İçeri girdiklerinde dar bir koridorun, ahşap merdivenlere kordon olduğu eski bir binada olduklarını anladı. Yürüdü. Merdivenin yanı başındaki bir kapının açık olduğunu gördü; oradan gölgesinin üstüne kalem çizikleri şeklinde kehribar rengi ışık demetleri dökülüyordu. Işığın geldiği kaynağın ardında ise dış kapıdan gelen insanların kim olduğunu öğrenmek isteyen bir kaç gölge büyüyüp küçülüyordu. Açık kapının yanından bir beyefendi gibi yürüyüp geçti. Merdivenlere ulaşınca, basamakların soyulmuş ve yıpranmış olduğunu gördü; ilk basamakta kirli, beyaz bir çuhayla parçası korkuluklara doğru sıkıştırılmıştı. Tam o anda açık kapı büyük bir gıcırtı ile kapandı ve dönüp şapkasının altından oraya baktı. "Ne garipler," dedi Lewis. "Şu meraklı insanlar." Her bir merdiven basamağı acı içinde kıvranan bir insanın inlemesi gibi cıyaklıyor, bazen de kof sesli bir adamın sızlanmaları kulaklarına çalıyordu. O zaman da basamaklardaki hamam böceklerinin cinayetinin gayet normal olduğunu düşünüyordu. Enfiye kokusunun böylesine yoğun olmasına da akıl sır erdiremiyordu doğrusu. İkinci kattaki daireye geldiklerinde kapıyı hafif ve nazik bir tonla çaldı. Bir dakikalık beklentinin sonunda cevap gelmeyince, şapkasını başından çıkarttı ve tekrar kapıyı tıklattı. Önce birkaç öksürük sesi duyuldu, sonra kapının kilidi kavanoz kapağı açılırmış gibi açıldı. Ve GÜM! Kapı hızla açıldı. Çehrelerine doğru göz alıcı keskin bir ışık patladı. İkisi de gözlerini kapattı; her şey puslu olmuş, görünürlüğünü yitirmişti. "İşte bu, tam zamanında oldu," diye bir ses geldi. "Harika bir poz!" Pus kalkınca, gözlerinin açısı düzelir gibi oldu. Kapının ardındaki adamın elinde Linhoff kamerasını tuttuğunu gördü: bu kameranın özelliği, objektifinin içerisinde bir enstantenenin bulunması ve standart aksesuara sahip oluşuydu. Yine de oldukça şaşırmıştı; hatta kalbinden bir parça kopmuştu. Önünde 1.75 boylarında, ince boyunlu, çelimsiz, zayıf bir adam dikiliyordu. Yaklaşık; yirmi beş yaşındaydı. Geniş bir alını, çekik gözleri, sivri çenesi, sarı cildi ve yuvarlak bir yüzü vardı. Üzerinde sokakta gördükleri o geleneksel kıyafetlerden yoktu; tamamen ingiliz usulüydü. Yakası açık kareli bir gömlek, siyah bir kemerle sağlamlaştırılmış lacivert zincirli bir pantolon giymişti; diz kapaklarında beyaz bir iple onarılmış dikiş izleri vardı. Sert ve güçlü görünen siyah kısa saçlarının üstünde ise, uç kısımları kirlenmiş kahverengi bir kasket ileri düşüyordu. Oldukça heyecanlı ve pozitif bir ruh hali vardı. Tekrar, "Çok iyi bir fotoğraf oldu bu!" diye konuştu. "İyi para eder!"
"Enjun," diye dikkatini çekti Lewis. "Enjun Xu, ne yapıyorsunuz?"
Enjun Xu denilen adam birkaç kez makineyi salladı. Kaygılı bakan yüz ifadesi, makinenin filme kayıt ettiği fotoğrafla buluşunca, tatmin olmuş gibi şekil değiştirdi ve önündeki baylara döndü.
"Paramı kazanıyorum," dedi tatmin olmuş bir tonla. "Ne yapmam mı bekliyordunuz ki? Haftalık yirmi beş peni ile geçinilmez burada. Ah canım fotoğraf makinem, o olmasa şimdi ne yapardım. Onları daha sonra size gösteririm; hadi gelin, kendinize oturacak bir yer bulun da sizi dinleyeyim bay Warren."
Lewis, eski dostu ile beraber ağırdan alarak kapıdan girdi. Dış kapının solunda kalan, enine boyuna otuz beş metre gibi duran orta boyutlu bir odaya kadar yürüdü. İçeriye girdikten sonra burnuna gelen enfiye kokusunun kaynağının burası olduğunu anladı. Etrafa baktı ve iyice nerede olduğunu anlamaya çalıştı. Mobilyalar oldukça eskiydi; basma perdeler, kendilerine has doğal desenleri, hareli ve lifli yapısıyla motif edilmiş dişbudak ağacından yapılma koltuk ve kanepe, hemen onun karşısına yerleştirilmiş yaklaşık iki metrelik bir kitaplık, duvarlara asılmış düzinelerce portre ve kaliteli şaraplarla donatılmış bir büfe vardı. Yerdeki halı da Hint kumaşından yapılmıştı ve turuncu renkte desenlerle donatılmıştı. Onun haricinde kitaplığın orta rafında imparator gibi görünen bir adamın minyatür resmi dikkatini çekmişti. Enjun'un elindeki makinesi de pırıl pırıldı. Lewis kısacık süren gözlemleme seansını sona erdirince, kanepe de kendine bir yer buldu ve dostu ile birlikte oturdu. Enjun da elindeki fotoğraf makinesini büfenin olduğu yerdeki bir konyağın yanına koydu. Sonra çok sevgili makinesine zarar gelmesinden korkarak tekrar oradan aldı ve tek kişilik motif koltuğuna kuruldu. Enjun, Çin'in Nankin şehrinden tüccar babası sayesinde Londra'ya göç etmiş eski bir çiftçi ailesinin torunuydu. Babası bir tür Budistti ve oğlunun da dinine pek düşkün olduğu söylenemezdi. O daha çok kendi ilkelerini ve belirli tarikatların düşünce sistemini destekliyordu; bir tür masondu. Baharat, havai fişek, barut ve silahlar açısından gerçekten tecrübeliydi. Mücmel kelimelerle anlatılamayacak kadar çok karmaşıktı ama onun bu genç yaşamında bedbaht olduğu aşikardı. Lewis onu 1880 yılının, 13 ekim günü, bir bar da pipo tüttürürken tanımıştı. O zamanlar Enjun, tüccar babasını yeni kaybetmiş ve kendini iyice salıvermişti; duygusal bir yapısı vardı ve oldukça hassastı. Yanlış hatırlamıyorsa, Enjun'un ağzından duyduğu ilk kelime Çince bir küfürdü. Aslında küfür olduğunu anlamak için çokta uzun süre düşünmek gerekmiyordu çünkü bir insanın ifadelerinden, vaveyla, tüm bunlar anlaşılabiliyordu. Enjun 'un oturduğu bu ev; babasından ona kalan tek mali varlıktı. Lewis, "Olmasını dilediğim bir şans," diye iç sesine konuştu. "Benim şahsıma ait bir evim olsaydı, bu kadar stres ve baskı altında olmazdım doğrusu." İçinde yeşeren kıskançlık duygusu ufak ufak kalbini parçalarken, Enjun'a niçin geldiğini kendine hatırlattı ve konuşmaya başladı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Tarot
General FictionLewis hayatı boyunca kendisi ile psikolojik savaş vermiş bir adamdır... Aynı zamanda sokaklarda kart gösterileri yapan zeki bir falcıdır. Londra'daki sıradan bir sokakta insanlar akıp giderken Lewis, yanlış zamanda ve yanlış yerde gösteri yapmaktadı...