Erkekler, berbattır. Ciddi söylüyorum. Yavşağından gevşeğine, yalancısından dolandırıcısına, sapığından arsızına kadar en tuhaf insanları içinde bulunduran gruptur. Erkekler çiştir, kakadır.
Şaka yapıyorum yahu. Fransız diyoruz. Fransız erkekleri diyoruz. Her birine can kurban. Oyş. Yerim. Alayınızı yerim.
Ama Tyler gibi bir kocanız varsa, yiyeceğiniz şeylerin içinde asla erkekler olamaz. Hatta hayatınızda erkekler olamaz. Siz sadece uzaktan izlersiniz. İlik gibi çocukların piranalar tarafından sömürülmesi gücünüze gider. Siz orada psikopat kocanız, duba gibi karnınız ve sapık bebenizle oturursunuz. Çocuklarsa diğer hatunlar tarafından sömürülür. Gözünüzün önünde hemde.
Gençliğini yaşayamamış biri olarak konuşuyorum. Mesela şu an sadece yirmi iki yaşındayım. Yalnızca dört yıl içinde nişanlanmış, evlenmiş, doğum yapmış ve tekrar hamile kalmıştım. Bunlar yirmi iki yaşındaki biri için çok fazlaydı. Daha ergenlikten bile yeni çıktığım su götürmez bir gerçekti. Tabii ki pişman değildim ama... Ne bileyim. Gençliğimi böyle şeylerle harcamak birden bire canımı sıkmıştı. Benim şu anda barda diskoda sürtmem gerekiyordu. Erkek arkadaşımdan ayrıldığım için depresyona girmem, intihara girişmem falan lazımdı. Üniversite arkadaşlarımla sarhoş olup günümü gün etmeliydim. Ama şimdi ne yapıyorum? Otel otel, ülke ülke gezip çocuk bakıyorum. Kocamın kaprislerini çekiyorum. Neden kimse benim hâlâ bir çocuk olduğumu anlamıyor bilmiyorum.
"Biraz içki alır mısın? Canın sıkılmış görünüyor."
İrkilerek arkamı döndüğümde duygularımı bu kadar belli etmem şaşırtıcı gelmişti. "Canım sıkkın değil," diye mırıldandım ama doğrusu pek ikna edici bir sesle söylememiştim.
Sarı saçlarını topuz yapmış ve yüzünün tamamını bir maskeyle gizlemiş hoş bir kadın bana yaklaşıyordu. Üzerinde şu on yedinci yüzyıl elbiselerinden vardı. Genç olmakla yaşlılık arasında kalmış gibi görünüyordu ancak fiziği yaşlı birine ait olamayacak kadar güzeldi.
"Bu seni yatıştırır," diyerek bir bardağı bana uzattığında hızla elinden kaptım. Kalabalıktan uzaklaşmam için kaçırılmayacak bir fırsattı. Sanki düşündüklerimi anlamış gibi gülümsedi ve kolumdan tutarak beni nazikçe sürüklemeye başladı. Elleri tuhaftı. Yumuşak tutuyordu ama... Gergindi.
"Siz iyi misiniz?" diye sordum benden beklenmeyecek bir naziklikle. İnce dudakları zorlukla kıvrıldı.
"İyiyim. İlaçlarımı almayı unuttum sanırım."
Tamaaaam. Yaşlıymış.
"Böyle bir partide ne arıyorsunuz?" diye sordum bir yudum bile almadığım plastik bardağı elimde çevirerek. Gözlerini elime dikerek yutkundu.
"Ben oğlumu arıyorum," dedi maskesini düzelterek. "Burada olacağını duydum."
Anlayışla kafamı salladım. Muhtemelen oğlu on yedi-on sekiz yaşlarında ergenin tekiydi. Yani hep böyle olur.
Ve o an bir şey fark ettim.
"Fransız değilsiniz öyle değil mi?" diye sordum gözlerimi kısarak. Başını iki yana salladığında inci kolyesi de sallanmıştı.
"Ben Amerikalıyım."
Düzgün İngilizcesi ve olmayan aksanı bunu kanıtlıyordu zaten. Bu sırada fark etmeden arka bahçeye geçmiştik. Tek tük yiyişen gençlerden başka kimse yoktu ve daha da önemlisi karanlıktı. Tyler zaten çıldırmıştı, şimdi birde beni bulamayınca iyice çıldıracaktı. Huyunu biliyorum çünkü.
"Eşim beni burada bulamaz," derken etrafı tedirgin gözlerle süzüyordum. Her an çıkıp yeni bir olay yaratması an meselesiydi. Şimdi gelecek, "Haaaaiiillleeeeeeyyyyy!" diye gürleyecek, sonra birkaç adamı daha dövecekti.