5

96 9 2
                                    


16,420.gün...

Tarihe bakıyorum ve yaşım 18. Çok basit değil mi? 18! Daha çok zamanımız var gibi geliyor? Biz daha genciz sonra yaparız daha vaktim var gibisinden bir sürü konuşma geçiyor. Bunlar teorik doğru tahmini olarak 60 yaşına kadar yaşasak. Önümde koskoca 42 sene var; eğer ki varsa... Birde işin matematiğine bakalım. Ortalama insan 60 yaşına kadar yaşasa desek, 42 senem var. Buda 15.330 gün yapar. Nedense gözüme şimdi çok az gözüktü. Kaç saattim kalmış; 367.920 saat... Heyecanlandın değil mi? Böyle bakınca pek çok gibi gözükmüyor? Düşünsene 15.330 gün, her boşa harcadığın zaman durmadan azalıyor. Saniyeye bakacak olursak durum daha vahim 1.324.512.000; her saniye düştüğünü hayal et. Her saniye ölüme yaklaştığını... Ne kadar zamanın kaldı? Ne kadar? Değerli zamanını harcamayı bırak kendini bulmaya çalış. Bu zamanlarda hepimiz çok ciddi bir cinayet işliyoruz. O da ruhumuzu öldürmek... Kendini bul! Kanıtla kendini! Değerini ortaya koy, sessiz kalma...

Kendimi tekrar yazılara vermiştim. O 5 gün... 5 gün sadece düşündüm. Olanları kafamda tekrar tekrar sararak düşündüm. Beni bulacaktı. Nasıl bir erkektim ben. Nasıl? Sözleri o kadar sertti ki mızrak gibi saplanmıştı ve hareket edemiyordum. Çünkü korkuyordum. Ne ile karşılaşacağımdan korkuyorum. Beni kendine hapsetmiş, bir köşede tutuyordu. Onu aramalıydım. Bu düşünceyi çantama atarak dışarıya çıktım. Hava soğuk ve yağmurluydu. Neyle karşılaşacağımdan habersiz bir şekilde yürüdüm. Başı boş sokaklarda kafamda kırmızı bir kapşon ile...
İsmini bile daha bilmediğim o kız... Nasıl bulacaktım ki onu? Düşünceler içinde kaybolurken Alsancağa çoktan varmıştım. Ben miydim hızlı olan yoksa zaman mı?
Geniş cadde boyunca gelişigüzel yürüyerek sokak sanatçılarının çalmakta olduğu bir alana ulaştım, yoluma devam ederek dalgalara kapılmışcasına akıp giden insan seline karışıp ilerledim. Dürtülerin henüz ilkelce ve dizginsizce dışa vurulduğu, şehvet konusunda düzen bilmeyen bir dünyanın son fantastik kalıntılarıdır, tutkuların karanlık, balta girmemiş ormanıdır, dürtüleriyle hareket eden hayvanlarla doludur bu sokaklar; açıkça sundukları şey onları heyecanlı kılar, gizledikleri şeyse baştan çıkarır. Kendimi bir tutsak gibi hissettiğim bu sokak da öyle bir yerdi. Dayanamayıp dar bir sokağa giriş yaptım. Sokak sessizleşti, ayın donuk ışığını andıran puslu bir parıltıyla,birkaç pencere belli belirsiz ışıldadı. Durdum ve bu sessizliği içime çektim,sessizlik tuhaftı, çünkü gerisinde şehvete ve tehlikeye benzeyen bir uğultu vardı. Bu sessizlik yalandı. Bu sokağın kasvetli buğusunun altında kokuşmuş bir dünyayı seziyordum. Ama orada durdum, boşluğa kulak verdim. Artık hissetmiyordum. Ne kenti, ne sokağı, ne sokağın adını ne de kendi adımı... Tek hissettiğim burada bir yabancıydım. Bu bilinmezlik beni bitiriyordu.Yorulmuştum... Kaldırma kendimi dayayıp gözümde ki yaşın akmasına izin verdim.Dişlerim bir dişli gibi titriyordu. Haykırmak istedim, başlarda kendimi tamamen sıktım. Ardından o ses geldi.
"Hey!"
Bu ses... ses sanki cennete davetkardı. Gözümdeki yaşı silerek kafamı kaldırdım.Evet bu oydu.
"Ben sana, seni bulacağımı söylem-" Sözünü bitirmeden sıkıca sarıldım.Bırakmazdım artık onu... O da bir özlem içinde bana sarıldı. Ardından ellerini yüzüme koyarak akan yaşı dindirdi. Gözleri her zaman ki gibi parlıyordu. Işıl ışıl...    

Gerçeklik PeşindeHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin