6

82 9 3
                                    

    Elimden tuttu ve beni peşinden sürüklemeye başladı. Çok hızlıydı, bir yerlere takılıp düşmekten korkuyordum. Elini bırakıp yanında koştum. Onun o koşarken sallanan saçlarını seyrettim bir saniyeliğine de olsa...
Elimi yakalayıp beni eski ve her çeşit renk tuğlalarla kaplı bir kafeye girdik. İçerisi o kadar nostaljik ve iç açıcıydı ki bir an duraksayıp etrafa bakındım. Duvarda asılı duran saksafon, resim sanatının her türlü inceliğini görebileceğiniz tablolar, siyah beyaz fotoğraflar...
Ama en çok ilgimi çeken köşede duran kahverengi piyanoydu. Yukarıda vuran asma loş ışık onu o kadar yalnız ve hüzünlü gösteriyordu ki gözlerimi alamıyordum.
"Buradayım, hey!" demesiyle kendime geldim. Sandalyeyi büyük bir gürültüyle çekmem bütün dikkati üstüme toplamıştı. Ama nedense onunlayken utanmıyordum. Göz gözeydik sonunda...
"İsmim Afra bu arada" diyerek gülümsedi. Şaşkındım... Yaşanmışlardan sonra sonunda bana ismini söylemişti. Afra ne kadarda güzel bir isimdi.
"Ee, sen ismini söylemeyecek misin?"
"Pardon, ben Kaan 18 yaşındayım" Bravo, kimlik numaranı da söyleseydin bari, aferin Kaan. İlk başta yüzünde ki şaşırma ifadesini gülme aldı. Gülüşü o kadar içimi ısıtsa da; ona bakmak canımı yakıyordu. "Merak etme bende 18 yaşındayım" derken gülümsedi.
"Yani öyle demek istemedim aslında, biraz heyecanlandım. Şey yani..." konuşmaya çabalarken garson hayat kurtaran bir süper kahraman edasıyla –siparişlerinizi alabilir miyim?- diye sordu. Derin bir nefes alarak "Ben sade filtre kahve alayım" Afra'da aynısından diyerek garsonu gönderdi.
"Sen ne yaparsın anlatsana?" diye sordu, hayatımın içine girmek istercesine...
"Pek bir şey yapmıyorum. Hayatımı ilginç kılacak ekstrem şeyler yok. Genelde kitap okurum. Amatör bir yazarım. Geri kalan zamanlar dersler"
"Ve beni gözetlemek" dedi gülerek. Utanmıştım, çünkü haklıydı uzun bir süredir peşindeydim. Yüzümden anlamış olmalı ki "Sorun değil, hoşuma gitti. Yazıyorum demiştin. Ne ile alakalı yazıyorsun?" diye sordu, kahveler gelirken.
"Genelde dedektif hikayeleri yazıyorum. Cinayetlerle alakalı şeyler..."
"Hmm, peki bir tane örnek verir misin?" dedi masaya yaslanarak.
"Mesela ilk yazdığım cinayet; bir adamın karısını öldürttükten sonra kafasına aldığı darbeden dolayı bambaşka bir insana dönüşmesi ile alakalı yani Phineas Gage vakası... Bu da şöyle bir soru çıkartıyor ortaya; Zihin midir suçlu olan yoksa beden mi?"
"Hmm" dedi, hafiften somurtarak.
"Ne oldu? Kafana takılan bir şey mi var?"
"Bana göre zihin her zaman yerindedir. Sadece dünya zihniyetindeki kalıplara göre; kafayı yersin... Bizler psikolojik hastalar olarak doğarız. Ortaya çıktığında ise tedavi oluruz. Yani zihin daimdir. Mütemadiyen vardır. Akıllı yada akılsız..."
O konuştukça kendimi dinliyordum sanki... O kadar yerindeydi ki söyledikleri, dalmıştım. Şüphesiz zeki biri, doğru muydu acaba aşk denen şey? Tutuldum...
"Sende yazar kumaşı var"
"Bunu bir düşünceden mi çıkardın?" dedi
"Hayır, böyle bir soruyu bu denli yorumlamandan dolayı, düşüncelerini kağıda dökmelisin"
"Yazmadığımı nereden biliyorsun ki... Bu arada izninle lavaboya gitmem gerekiyor" diyerek ayağı kalktı. Onu tanıdıkça karmaşanın içine gömülüyordum. Karmaşık bir denklem gibiydi, nereye koysam cevaba ulaşamıyordum. Tekrar piyanoya daldım. Çalmasını biliyordum ama genelde insanlardan çekinirdim; ya yanlış bir notaya basarsam... Ama bunda beni çeken bir şey vardı. Yalnızdı... Bu sefer sandalyeyi ses çıkartmadan çektim ve piyanoya doğru yöneldim. Bir ceylana yaklaşır gibi yaklaştım. Sessiz, sakin ve dost canlısı... Sandalyesine ürkütmeden oturdum. Parmaklarımı notaların üzerinde hafifçe gezdirip, ona dost canlısı olduğumu gösterdim. Notaya basmamla beraber etrafıma bakındım, masalarda oturan insanların bakışları üzerime döndü. Derin bir nefes alıp Beethoven'dan Moon Light Sonatayı çalmaya başladım. 

Gerçeklik PeşindeHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin