"Allah öyle merhametlidir ki rüyalarda gözleri olmayanlara bile ışığı gösterir."
Hep karanlığın bulanık bir suya benzediğini düşünmüşümdür. Sadece ondan korktuğunuzda sizi boğan, öte yandan kendinizi yardım istercesine kollarına bıraktığınızda sizi şefkatle sarmalayan zifiri karanlık bir göl gibidir. Böyle bir anlayışla ona teslim olursanız gölgeler burnunuzdan ve ağzınızdan girerek ruhunuzdaki tüm görünmez yaraları onaracaktır.
İşte bir kez daha perişan hâldeydim ve ona gelmiştim. Üstelik bu defa eskisi gibi ufak tefek aşk sıyrıklarıyla değil, göğsümün ortasında duran kocaman bir yarayla çalmıştım karanlıkların kapısını. Zifiri gölgeler saçlarımı okşadı, kaburgalarımın arasından sızıp göğsümdeki kanlı yaraya doluştu ve ruhumdaki o koca deliği gece karası ipliklerle dikmeye koyuldu.
O esnada merhametli rüyalar, tıpkı bir hastaya sunulan narkoz serabı gibi beni acıların pençesinden alıp gerçeklerden çok uzağa götürdü:
Kendimi yeşillerin hüküm sürdüğü bir coğrafyada, kocaman bir nehir yatağının ortasına saplanmış, yıkık bir köprüde balık tutarken buldum. Gördüğüm ne varsa yeşil ve yeşilin tonlarına bürünmüştü. Öyle ki gökyüzü bile etrafımızı çevreleyen gür ormanlara özenip maviliğini terk etmişti.
Böyle bir huzur ortamında oturup kuş cıvıltılarının oluşturduğu bir senfoniye teslim olmuşken birkaç metre ötede duran şamandıra sakince nehir yüzeyinde salınıyordu. Suyun altı sanki hiçbir canlı yokmuşçasına durağandı. Manzaradan anlaşılan o ki balıkların karnı toktu.
Böyle düşüncelerle bekleyişim sürerken kadife bir kadın sesi, "Bu nehirde balıklar oltayla beslenmez" dedi, "Çıkar sudan şu misinayı da balıklar ortaya çıksın."
Başımı çevirip baktığımda yanı başımdaki bu kadife sesin sahibinin annem olduğunu fark ettim. Öyle canlı ve güzeldi ki yüzü sanki kır çiçeklerinin rengiyle bezenmişti. Gözlerinde güneşin parlaklığıyla bana bakıp gülümsüyordu.
O sırada oltayı yavaşça yukarı kaldırdım. Şamandıra sudan çıktığında misinanın ucuna bağlı bir solucan olduğunu gördüm. Lakin minik hayvanın bedenine bir kanca saplanmamıştı. Misina tıpkı bir ayakkabı bağcığı gibi fiyonk yapılıp solucanın karnına bağlanmıştı. Bunun üzerine annem, "Zavallı, korkmuşa benziyor. Bırakalım da yuvasına gitsin" diyerek elini uzattı ve solucanı avucuna aldı. Ardından düğümü çözerek onu çimenlerin arasına bıraktı. Ufak yaratık sürüne sürüne hızla gözden kayboldu.
Daha sonra annem, yanı başında duran hasır sepetten orta boy bir kavanoz çıkararak elime tutuşturdu. Sonra elimdeki kavanozun kapağını açtı ve hızla elini içine daldırdı. Parmağı bal kıvamındaki yeşil bir jele bulanmıştı. Merak içinde, "Ne var bu kavanozun içinde?" diye sordum.
Varlığımın vesilesi gülümseyerek, "Yosun ezmesi" dedi. Sonra parmağındaki yeşil bulamacı ayak parmaklarına sürmeye başladı. Elini birkaç kez daha kavanoza daldırıp tüm ayak parmaklarını ezmeye buladı. Kendininkilerin ardından sıra benimkilere gelmişti. Kavanozun dibi göründüğünde her ikimizin de parmakları yemyeşildi.
"Haydi bakalım Batu, daldıralım artık ayaklarımızı suya!"
Bu lafın üzerine oturduğum yerden biraz öne gelerek ayaklarımı nehrin içine soktum. Yosun ezmesi suya girer girmez envai çeşit balık saklandığı kuytuluktan çıkarak yanımıza toplandı.
Az önce ölüm sessizliğiyle bekleyen su, şimdi gecenin karanlığında boy gösteren, büyüleyici ışıklarla bezeli bir lunaparkı anımsatıyordu. Kısa süre içinde balıklar ağızlarını açarak süte hasret çocuklar misali parmaklarımızı emmeye başladı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kutup Kelebeği
Romance"Bu hikaye kutupta hayatta kalmaya çalışan minicik bir canlının verdiği o muhteşem savaştan esinlenilerek yazılmıştır." Buyurun öncelikle o canlının hikayesi ardından Batu'nun hayata ve aşka karşı verdiği savaş... Kuzey kutbunda 'Yünlü Ayı Tırtılı'...