DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU / 85
- Sizi çok beklettim. Kimbilir ne kadar yoruldunuz. Aman kalkınız, kalkınız, içeri girelim.
Hariciye koğuşuna girdik, polikliniğin önünde hastalar azalmıştı. Doktor bana bir sandalya ve su getirtti.
Operatör gelmiş ve yukarıda ameliyat yapıyormuş. Hademe dedi ki:
- Zavallı... O dârülmuallimînli genç yok mu?.. Onun bacağı kesiliyor.
Bu korkunç tesadüf beni bitirdi. Mithat Bey de bu haberin bendeki tesiriyle mücadele edemeyecek kadar zayıftı. Epey bekledik.
Ameliyatın bittiği haberi verilince evvelâ Mithat Bey yukarı çıktı, operatörü gördü, sonra bana gelerek:
- Haydi yukarı çıkalım, orada muayene olacaksınız! dedi .İki basamaktan fazla çıkamadım. Hademe ile doktor kollarıma girdiler. Ameliyathanenin önündeki sofaya çıktık.
Ameliyathanenin iki kapısı da ardına kadar açıktı ve eşikte tekerlekli bir hasta arabası duruyordu.
İçinde baygın yatan bembeyaz yüzlü dârülmualli-mînliyi gördüm. Artık bacağını tamamiyle kaybetmiş bulunuyordu; ve henüz ayılmadığı için bu felâketten şimdilik haberi yoktu.
¦ > o\ , Felâket Tebliği " '¦¦¦ '¦¦' ¦¦ ':!;ı ¦'' Son karara Ameliyathaneye girdik. v». Türlü türlü kimyevî maddelerin bât bol harcanma- 86 / DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU sından gelen ağır koku ve yapışkan, kokmuş bir sıcaklık. Yerde kanlı pamuklar ve dağınıklık.
Operatörden başka herkesin, hastabakıcıların, asistanların yüzlerinde biraz evvel iştirak ettikleri facianın dehşeti.
Bir sandalyaya oturtuldum ve camları operatöre uzattım. Kendi kendime soyunacak dermanım yoktu. Soydular, sargıyı çözmeye başladılar. Hâlâ şiddetli ağrılar. Operatör camları ışığa tutarak tetkike başladı.
"Püü...", "Cık, cık, cık...", "Vay, vay" gibi hep bedbin sesler, heceler mırıldanıyordu.
Dizim çözülünce bir pensle, sargıyı, pamuğu yukarı kaldırarak bir göz attıktan sonra yaralara eğildi. Bir saniyeden fazla bakmadan doğruldu. Gözleri evvelâ yüzümde, vücudumda gezindi, nihayet gözlerimde durdu.
Gözlerimin içine bakıyor ve hiç bir şey söylemiyordu. Şiddetle titremeye başladım. Söyleyeceği mühim şeylerin vehametini evvelâ gözleriyle haber verdiğini anlıyordum. Ağır bir sesle sordu:
- Kaç senedir çekiyorsunuz? \ - Yedi.
Mithat Beyin ve etrafındakilerin yüzüne baktı; gözlerinde korkunç bir şey seziyordum.
- Bu illetten bıkmadınız mı? diye sordu.
Suali çok manâsız bulduğum için yüzüne hayretle baktım, devam etti:
- Harap oluyorsunuz. Korkarım ki bütün hayatınız tehlikeye girecek... Bu illete bir nihayet verelim. Bu bacağı tamamiyle feda edeceksiniz, başka çare yok. DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU / 87
Yüzümde nasıl bir değişme görmüş olacak ki telâşla ilâve etti:
- Harp bitince bir güzel takma bacak yaptırırsınız, rahat rahat... Daha fazla duyamadım.
Arkamda duran birinin kolları arasına düşüvermişim.
Kuvvetli bir eter kokusu içinde ayıldığını vakit, kendimi ameliyat masasına uzatılmış buldum.
Mithat Bey ıslak elleriyle alnımı okşuyordu.
Ameliyathaneyi görmemek için gözlerimi kapadım. Dizimi sarıyorlardı. Pansuman bittikten sonra masadan indim ve kaç-" mak için bana gelen yeni bir kuvvetle, adetâ koşarak dışarı çıktım. Mithat Bey:
- Aman dikkat! Bu asabiyet iyi değil! Siz metin çocuksunuz! diyordu. Bahçeye kadar hızlı yürüdüm.
Keskin bir öğle güneşi yüzüme vurdu. Gözlerim, içine soğan suyu kaçmış gibi yandı ve kamaştı.
Mithat Bey beni kendi odasına götürdü, istirahat ettirmek istemişti.
- Aman bir araba! Artık ben burada duramam. Dedim ve boğazımı tıkayan hıçkırıkları zaptetmek için yutkundum. ",r,"j"^'/.;.;.;. ..,> Galeyan ''"''''" ' ; V i ¦¦ ;i Kendi ölümünden daha dehşetli [¦ ¦¦¦¦¦• ¦¦'¦.'.' ¦• "¦ •¦¦¦¦¦¦¦ ¦'¦ ¦ bir ölüm.
Son günlerde etrafımı çeviren, küçük hassas cemiyetin galeyanı. Annemin gözyaşları. En uzak arkadaş-
88 / DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU
larımm ziyaretleri. Ümitler. Akrabada telâş (Fakat Erenköyü'nün felâketten haberi yok; ve duymasını istemiyordum). Adalar'dan ve Boğaziçi'nden mektuplar. Herkeste bir tavsiye illeti: Filân operatörün ihtisası. Doktor Mithat'ın faaliyeti, bir çok operatörlere müracaatı.
Bizim sofa da galeyanda. Her gün dolup boşanıyor, sandalyalar mütemadiyen yer değiştiriyorlar.
Ben minderin üstünde arka üstü yatıyorum; etrafımın telâşını seyrederken kendimi unutuyorum. Hattâ bazı kendimi hepsinden fazla sakin buluyorum, fakat bu kalabalıklar dağılıp da felâketimle başbaşa kalınca; dehşet. Vücudumun büyük bir parçasını kaybetmek hayaline bir saniye katlanamıyorum, içime baygınlıklar geliyor, ellerimle hasta bacağı tutuyorum ve onun ölümünü kendi ölümümden daha dehşetli buluyorum.
Giyinip soyunurken, pansuman yapılırken, minderin üstünde uzanırken, dakikalarca, mahkûm uzvuma bakıyorum; her parçası, her hareketi, her yeni aldığı şekil bana birçok düşünceler veriyor, canlanıyor, ehemmiyet kazanıyor, şahsiyet saljibi oluyor ve öteki sağlam uzuvlar arasında idama mahkûm bir kardeş gibi, endişeli bir hareketsizlikle susuyor. Cellâdın bıçağına teslim olacak olduktan sonra senelerce bu işkenceyi niçin çekti? Niçin kan ağladı?
Onu testere altında tasavvur edemiyorum; keskin bir çeliğin kalın bir kemik üstünde yürüyüşü -hele çıkaracağı ses- tüylerimi ürpertiyor. Fakat tahayyül etmekten daima kaçtığım bu korkunç tasavvur, en ummadığım zamanlarda beynime musallat oluyor. Evde bıçakla ekmek kesilmesine bakamıyorum.
Ameliyattan sonraki halimi düşünmek de ayrıca dehşet veriyor. Büyük bir uzvun boşluğunu hissetmeye nasıl dayanacağımı anlamıyorum, bir diş çektirdikten DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU / 89
sonra bile yerinde ağızdan daha büyük bir boşluk kaldığı zannedildiği halde, ayrılan bir bacağın yerinde kalan uçurumun baş dönmesine nasıl alışılır? Harp tebliğlerinde yaralı sayılarını okurken, hep kanlı maceraları benimkine benzeyen b 'nleree insanları düşünüyorum. Fakat bu beni hiç teselli etmiyor; hattâ hasta uzvumun bir obüs parçasiyle kopup gitmesini tercih ediyorum. Nüzhet'in hayali bütün bu düşüncelerimden bir saniye ayrılmıyor; hep kendimi ameliyattan sonra ve Nüzhet'in karşısında görüyor, onun manzaram karşısındaki hislerini tahlil etmeye muvaffak olmadan başımı silkeliyor, yahut yerimden kalkıyor, yahut inliyor, . yahut birini çağırıyor ve bu hayalden kaçıyorum. Fakat o beni kovalıyor. Ruhumun en kalabalık anlarında bile, yığınları itip dürterek sivriliyor ve şuurumu kaplıyor, ter içinde kalkıyorum. Bazan bu işkence içinde bunaldığımı anlayan etrafımdaki insanların, bana haykıran bir merhametle baktıklarını görüyorum.
Feci karardan sonra bana bakan gözlerin hepsi ne kadar derinleşti. Bütün bu gözlerde ruhumun akislerini görüyorum, hepsi tâ içime bakıyorlar ve içimi aksettiren birer küçük ayna gibi esrarlı bir karanlık, parıltıyla kamaşıyor, oyuluyor, derinleşiyorlar.
Bazıları da var ki büyük mahkûmiyetimi zaviyelerine sığdırmak için, hayretle kavsini aşan kaşlar altın- . da büyüyor, katılaşıyor, aptallaşıyor kırpışmıyor, gözlerimi yakalayan yapışkan bir parıltıyla yüzüme baka-kalıyorlar. Bazıları benim gözlerime intibak ediyorlar; benim gözlerim kırpıldıkça, yumuldukça, büyüyüp küçüldükçe onlar da aynı hareketi yapıyorlar ve etraftaki sinirlerle adalelerin en ince kıvrılışlarına kadar hepsini taklit ediyorlar. Nüzhet'in gözlerini merak ediyorum (fakat haber 90 / DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU almasını istemiyorum) felâketlerimi bir kurutma kâğıdı gibi içeceğini tahayyül ettiğim bu gözlerin içine kim-bilir ne kuvvetli bir tecessüsle bakacağım (fakat göz göze gelmeye katlanamam, bilmesini istemiyorum). Ve yaşardıklarını görmek! Bunu tahayyül ederken benim gözlerim yaşarıyor. j Çocukların Hastahanesinde Tabiatın tehdidi.
Bu sefer demir parmaklıklı kapıdan bahçeye girerken, Dokuzuncu Hariciye Koğuşuna doğru, ağaçların bile sıhhatine imrenerek yürürken, camlı kapıların garip bir beyazlıkla gözlerime vuran ve içimde korku ile karışık yuvarlanan parıltıları arasında o dehlize girerken, yalnız değilim.
Yanımda Mithat Bey ve arkadaşım var. Bu sefer polikliniğin önünde beklemiyorum, dosdoğru operatörün odasına giriyoruz.
Koltuğa uzandım. Operatör ajneliyattan çıkıp gelecek. Son ümit. Bacağımın en son vaziyetini görmeyen bir o kalmıştı. Fakat ümidim çok zayıf.
Mithat Bey ve arkadaşım susuyorlar.
Ben yedi yıllık hastalık hayatımın birçok zamanlarını geçirdiğim ve havasında kendime ait bir çok şey bulduğum bu odayı seyrediyorum. Kaç kere bu koltukta uzanıp dinlenmiştim.
İki sene evvel, küçük bir ameliyattan sonra, gene burada uzanmıştım, gene aynı yerde duran şu yazı masasında operatör, deftere bir şeyler yazıyor ve benimle şakalaşıyordu:
DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU / 91
- Sen izci misin? Bu metaneti nereden öğrendin? Bak, bacağın iyi olsun, futbol oynayacaksın! Fakat oy-namasan daha iyi. Hastalık tamamiyle geçse bile o bacağı yorma!
- Ben futbol sevmem.
- Ha... Sen roman okumayı seviyorsun. Fakat onu da okuma, heyecan senin için iyi değil. Sinirlerine dikkat et. El işleriyle meşgul ol.
O zaman bu tavsiyelerinden dolayı operatörü soğuk bulmuştum; mizacıma zıt ihtarlar yapan doktorlara kızıyordum bile: Hepsinde aynı kusuru buluyordum: Tedavilerinde hastanın psikolojisine yer vermemek.
Fakat keşke futbol oynasaymışım; belki de bacağımı Nüzhet'in aşkı kadar yormazdı. Operatör içeri girdi. Beni görür görmez durdu:
- Ne o? Bu ne hal?
-Aynı suali yanımdakilere de sorar gibi etrafına bakındı, sonra bana doğru koştu:
- Ne oldu? Ne zayıflık böyle bu?
Bana vekâlet etmesi için Mithat Bey'e baktım. O, her şeyi anlattı. Operatör arada bir yüzüme bakarak Mithat Beyi dinliyordu. Hayret içinde:
- Kalk! dedi bana, içeri girelim, bakalım... Kalkışıma ve yürüyüşüme de dikkat ediyordu. Muayene odasında, röntgen camlarına, dizime yarım saat kadar baktı. Bir derin nefes bıraktı. Ellerini temizleyinceye kadar bir kelime söylemedi. Sonra karşımıza geldi. Kollarını kavuşturdu, omuzlarını tevekkülle öne doğru bırakırken, kaşlarını çatarak, dağılmak üzere olan kuvvetlerini topladı. Ümidin ve enerjinin bu medd-ü-cezrinden söyleyeceğini tahmine çalışıyordum. Başını salladı ve Mithat Bey'e döndü:
92 / DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU
- Azizim doktor! Verdikleri karar doğrudur. Dizi de, camları da görüyorsunuz. "Perioste"lar harap. Mafsal harap. "Osteoperiostite" "Osteite" herşey var. Neresini kazıyalım? Bu ifrazattan korkulur. Baksana hasta ne hâle gelmiş... Sen bu mel'un basili bilirsin. Operatör yüzüme baktı.
- Fakat, dedi, "Amputation'lar bence tababete dahil bir iş değildir, bunu kasaplar da yaparlar ve bir balta vuruşta bir uzvu uçururlar. Biz, biraz tendürdiyot süreriz ve biraz da kloroformla hastayı uyuturuz. Farkı budur. Doktorluk, bu bacağı ve bu gençliği kurtarmaktır. Kendisine sorun, bu hastahanede aylarca kalırsa, üç beş ameliyata dayanırsa kurtarmaya çalışırız, yoksa...
- Dayanırım! diye bağırdım.
- Mesele yoktur, dedi. Dokuzuncu Hariciye'de ya-rm bir odamız boşalıyor, gelsin. Mithat Bey:
- Kendisine söyleyiniz! dedi. Bana şüphe ile bakıyordu. Operatör, tehditkâr başını salladı.
- Bu sefer gelir o! Benim ihtarlarıma kulak asmaz ama bu sefer tababet değil, tabiat onu doğrudan doğruya tehdit ediyor. Hasta bu dili daha iyi anlar. Bir ay evvel sözümü dinleseydi başına bu felâket gelmeyecekti. .,.,.... I DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU
Gidiniz, diniz. A'..' y istemiyorum, gi- KOĞUŞTAKİ odam; bir demir karyola, başında bir küçük demir masa. Yerde kırmızı muşambalar. Çırılçıplak mavi duvarlar. Üstümde bir entari ve bir rob-döşambr; kolları uzun geldiği için kendimi bu robdö-şambr içerisinde de yadırgıyorum. Hep gittiler. Yapayalnız. Çıt yok. Odaya şimdiye kadar hiç tanımadığım yabancı bir akşam giriyor. Gittikçe artan karanlık, iki parça eşyayı da benden uzaklaştırıyor ve beni daha yalnız bırakıyor.
Odadan gündüz ışığıyla beraber bana ait her şey çekiliyor: Evime ait hatıralar, kalabalıklar, sevdiklerimin sesleri, bir çok şekiller, hayatımın parçaları, Erenköy, köşk, tren, vapur, fakülte, doktorlar, hastabakıcılar, hayatın gürültüleri, şehir, gündüzün sesleri her şey uzaklaşıyor. İçimde bir boşluk. Garip ve büyük bir his, derinliklerime doğru kaçıyor, gizleniyor. Ruhum karartılarla, sessiz ve şekilsiz gölgelerle, eşya arkasına saklanan hayaletler gibi kendilerini göstermeden korkutan meçhul varlıklarla dolu. Kapım kapalı. Açmak istemiyorum. Açarsam has- 94 / DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU tahanenin benim için hazırladığı felâketlerin hepsi birden içeri girecek sanıyorum.
Karanlık bastı. Elektrik düğmesini çevirdim. Gayet zayıf bir ışık. Ancak odanın büyük çizgilerini görebiliyorum. Teferruat sarı bir belirsizlik içinde bulanıyor. Kapıma vuruldu.
- Giriniz!...
Işıklı dehlizin soluk çerçevesi önünde bir kadın. Bembeyaz bir gömleğin üstünde esmer bir baş. Siyah kaşlar, yuvarlak ve kabarık, akları parlayan, oyuklarına mıhlı, sabit, katı gözler:
- Yemeğiniz şimdi gelecek. Çekildi. Yemek. Tiksinti. Biraz sonra yemeğim geldi. Yaklaşıp bakmadım bile. Zaman yürümüyor, dakikalar korkunç bir sıkıntı içinde uzuyorlar, hatta dağılıyor, birikmiyor, toplanmıyor ve bir çeyrek saat olamıyorlar.
Aylar -kimbilir ne ıstırablı aylar- geçireceğim yatağıma büyük bir korku içinde bakıybrum. Yorgana elimi süremiyorum, yalnız kenarına ilişip, geçici bir zaman içinmiş gibi oturuyorum. Bütün yataktan garip bir koku, hastahane kokularının terkibine dahil bir unsurun kokusu yükseliyor. Galiba buhar.
Derhal büyük mesafeleri, çayırları, dağ başlarını özlüyorum: Nasıl olursa olsun bir hareket, bir şey istiyorum. Hafızam kapalı.
Bazı hiçbir şey hatırlayamıyorum. Hattâ, kulaklarım bile tıkandı. Göğsümde müthiş bir tazyik var.
Bağırmak arzuları gelip gidiyor.
Yudum yudum su içiyorum. : Kapı tekrar açıldı. DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU / 95 Aynı kadın.
Tepsiyi almak için yaklaşınca, yüzüme, beni hiç anlamayan, varlığımı inkâr eden gözlerle baktı.
Niçin yemediğimi soruyor. İhtimal benim garabetim karşısında değişen gayri beşerî bir ses, çatlak ve topraklı bir ses. Hiçbir şey izah etmeyen garip bir cevap mırıldanıyorum. Çıkıyor. Dehlizde fısıltılar. Yumuşak muşambalarda terlikli ayak sürtünüşleri Uzak koğuşlardan ince haykırışlar geliyor. Türkü mü? Istıraplı bir çığlık mı? İçimde her an artan bir hayretle gözlerimin irileş-tiğini hissediyorum. Sanki her saniye etrafımda tabi-atüstü bir âlem doğuyor. Geceyi bu odada geçireceğime inanmıyorum. Beni burada zaptedecek kuvvetle mücadele ihtirasına gebeyim. Ruhumda büyük bir hazırlığın kımıldanmaları başlıyor.
Duvarda bir elektrik zili düğmesi gördüm, bir hareket yapmak iştiyakiyle düğmeye bastım.
Aynı kadın geldi.
Eşikte duruyor ve emri bekliyor.
Yüzüne bakıyorum ve hiçbir şey söyleyemiyorum. Duruyor: Gözlerinin akları parlayarak, hiç kımıldanmadan. Ağzı açıldı ve gözleri büyüdü. Hortlak!
- Gidiniz, bir şey istemiyorum, gidiniz!
96 / DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU Duvarlar
Galip duvarlar uzaklaşıyorlar.
Yüksek, çıplak, mavi, dümdüz, dimdik duvarlar.
Gözümün hiçbir görüş köşesi yok ki içine bir duvar parçası girmesin. Hep ve yalnız onları görüyorum. Onlardan kaçan gözlerim onlarla karşılaşıyor. Bakıldıkça uzuyorlar, yükseliyorlar; sertleşiyor ve korkak, yumuşak bakışlarıma kaskatı çarpıyorlar, gözlerimi ezecekler. Başım döndü.
Deniz gibi yayılıyor ve beni çeviriyorlar. Serinliklerini hissediyorum. Denizde, çıplak vücudumu saran dalgaların birdenbire taş kesilmeleri gibi, duvarları giyiyorum.
Hiç kımıldamıyorlar.
Bütün bu hastahanenin sessiz, hareketsiz, soğuk, bomboş anlarını onlar doğuruyorlar.
Gözlerimi, onlardan kaçırmak için, yastığa da kapatamıyorum. Arkama uzanacaklarını, üstüme abanacaklarını sanıyorum.
Ve onlara mütemadiyen bakıyorum. İçime serin mavilikler doluyor, ruhlarını iyice gizleyen korkunç ve tehditkâr mahlûklar. Şuurları varmış gibi duruyorlar ve her an büyük bir felâket yapmaya hazırlandıkları halde, avlarının korkusiyle eğlenmek için maksatlarının icrasını tehir ediyormuş gibi duruyorlar, Allah gibi, kuvvetini göstermeden kuvvetli duruyorlar.
Onlarla mücadele ederek vakit geçiriyorum, fakat onlar donmuş avuçlariyle zamanı da yakalıyorlar, durduruyorlar ve hayatımın serbest akışına mâni oluyorlar. Kanım soğuyor. Kireçleniyorum. DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU / 97 Birçok defa elektrik ziline basmak istediğim halde kımıldanamıyorum. Biraz yürürsem, onların bana doğru geldiklerini görerek geri çekiliyorum. Nihayet düğmeye bastım. Çarpıntı ile bekliyorum. Gözlerim kapının topuzunda. Gelmiyorlar.
Tekrar düğmeye bastım. Gene bekliyorum. , Gelmiyorlar.
Göğsümde müthiş bir baskı. Boylu boyunca bir duvarın altına uzanıp kalmışım gibi hava alamıyorum, kollarımdan ve bacaklarımdan hayat çekiliyor. Yatağa arka üstü uzanıyorum.
O vakit bir çığlık duyuyorum. Keskin, uzun, acı bir haykırış. Hayretle doğruluyorum. Kim bağırdı?
Etrafımda bir kalabalık, bütün hastahane adamları.
Oh... Fakat ben rahatlıyorum, ben de öyle bağırmak istiyorum, ancak birdenbire etrafımda herşey sönüyor, galip duvarlar uzaklaşıyorlar. Başımı siyah bir boşluk kaplıyor.
- Gözlerini açtı... ı,-, Diyorlar.
- Şurasını da oğun. Diyorlar.
'* - Ağlasın, ağlasın, açılır. Diyorlar.
Kim ağlıyor? Bilmiyorum. Hıçkırıklar duyuyorum, daima içimde bir rahatlama. Kulaklarımı onlara uzatıyorum.
- Nüzhet kim? :\ Diyorlar.
-Sayıklıyor!
98 / DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU Diyorlar.
Kollarımı onlara uzatıyorum, bir şey söylemediğimi sanıyorum.
- Hah! Doktor geldi! Diyorlar.
Tanımadığım bir adam yaklaşıyor, etrafımdakiler kaçışıyorlar, adam elimi eline alıyor. Etrafımdakilere, uğultusundan başka bir şey duymadığım birşeyler soruyor: Birçok ağızlar oynuyor. Tek tük kelimeler işitiyorum: "Bağırdı... Bulduk... Nüzhet."
Doktor kat'î işaretlerle bir şeyler söylüyor, bir ikisi dışarı çıkıyorlar. Doktor yatağa, yanı başıma oturuyor. Saçlarımı okşuyor, okşuyor:
- Hah! Aferin, ağla, ağla! diyor. Nüzhet Kim? Kardeşin mı?
- Hayır, hayır... Korkuyorum. .
- Sebep yok, yavrum, bak hastahane adam dolu. Yalnız bu pavyonda on bir insan, yüzlerce çocuk var.
- Bilmiyorum, fenayım.
- Fena şeyler düşünüyorsun.
- Korkuyorum.
- Niçin? Burada her şey var. Zil bile. Korkarsan s bas, gelirler. Her taraf kapalı.
- Her taraf kapalı. Korkuyorum.
- Kapalı olduğu için mi?
- Bilmiyorum... Bu duvarlar...
– Ey?..
– -Of!...
- Bir şey mi düşünüyorsun, birini mi düşünüyorsun? DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU / 99
- Hayır, bilmiyorum.
- Nüzhet'i mi görmek istiyorsun? Nüzhet kim? Kardeşin mi?
- Nüzhet kim? Kardeşim mi? Bilmiyorum.
- Nüzhet kim?
- Bilmiyorum.
- Biliyorsun, biliyorsun, haydi, söyle bana, Nüzhet kim? Bayıldığın zaman onu sayıklamışsın.
- Beni buradan çıkarınız!
- Haydi, söyle yavrum, söyle... Rahatlayacaksın. . – Ben bu gece burada kalamam. – – - Söyle, çıkarırım. ;
. -Şimdi.
- Şimdi. Fakat söyle.
- Of... Ben çocuk değilim. a;
- Biliyorum ki çocuk değilsin. %, - Dizim ağrıyor.
t - Geçer. Demin biz pansuman yaptık. Yere düşerken çarpmışsın, kanatmışsın.
- Yere düşerken mi? Kim? v ¦; - Hiç. Dizin çok mu ağrıyor? ş '¦•¦;, - Dizim şimdi ağrımıyor, başım ağrıyor. ;.¦ -Başın mı? "'¦
;; - Bilmem... Bir yerim çok ağrıyor ama. Başım mı, dizim mi?
- Düşün bakalım.
- Başım dönüyor, gözlerim kararıyor.
' - Zararı yok, ben buradayım, korkma... Hah... Ağla. Açılırsın... Al bunu kokla... Başını yastığa koy... Hah... Aferin... Şimdi uyursun. Kapa gözlerini... Hah... Ben yanındayım, korkma, hiç yalnız kalmayacaksın, uyu! 100 / DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU İlk Sabah Koğuş uyanıyor. Sabah, odama bir kadın girdi, pencereyi açtı. Kırmızı muşamba üstünde üç köşeli bir güneş parçası.
Kapı açık. Sessizce faaliyet. Beyazlı kadınlar, ellerinde sırıklara takılmış bezlerle muşambaları siliyorlar.
Odama giren kadın dün geceki değil. Kısa boylu, başörtüyle yanaklarının yarısına ve kaşlarına kadar başını kapamış. Yüzünü görmüyorum. Hep yere bakıyor, gözlerini bir kere bile bana çevirmedi. Yerinden kaldırdığı masa onun gözünde benden daha mühim. Dikkatle işini yapıyor. Odamı sildi. Sonra başını kaldırarak bir şey isteyip istemediğimi sordu, çıktı.
Gece uyuduktan sonra ilk defa sabahleyin uyandım. Başımda hafif ağrı. Etrafımda en küçük harekete büyük bir dikkatle bakıyorum ve her şey bana çok yeni ve garip görünüyor. Hele koku. Hastahane hayatı dışarıdan yalnız bir koku ile ayrılıyor. Bu koku hastaha-nenin ruhudur. *
Dehlizde insanlar çoğalıyor. Hademeler geçiyorlar. Odama bakanlar pek az, onlarınki de tesadüfi bir baş çeviriş; itiyadın verdiği körlükle işlerine ait şeyle-den başka gözleri hiçbir şey görmüyor. Ağır ağır yürüyüp gidiyorlar. Dehlizden ilk defa bir hasta çocuğun geçtiğini gördüm. Başı benim odanın tarafına doğru eğilmiş, boynu, omuzlan yukarı kalkık, yürümeyi unutmuş gibi gayri tabiî adımlar atarak ve arada bir hafifçe sıçrayıp elini boynuna götürerek yürüyor.