7.

711 4 1
                                    

44 / DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU yordu. Biraz dinleniyorum. Şu bahçıvana bakıyorum. Ne güzel çalışıyor.
- Haydi, haydi... Söyle bana.
- Yirmi santimetrelik bir toprak parçası üstünde...
- Kuzum... Bir şeye mi darıldın?
- Hayır!
. - Ben neye darıldığmı biliyorum.
- Hiçbir şeye darılmadım.
- Biliyorum diyorum sana. -Hayır!
- Sen biraz evel darıldın. Odadan çıkışından bel-fcı^i. Değil mi?
- Hayır... Darılmadım... Darılmış değilim. -Ey!...
- Orada, benden gizli bir şey konuşuyordunuz gibi geldi bana... Dışarı çıktım.
- Hayır! Senden gizli bir şey konuşmuyorduk.
- Olabilir... Bana öyle geldi.
- Hayır! Bak sen ne vesveseli adamsın! Düşün, düşün de kendini anla! Senden gizli hiçbir şey konuşmuyorduk. Annem soyunuyordu, sen, odaya girince o da aynalı dolabın kapısı içine saklandı. Ben sana işaret ettim, görmedin. Şimdi anladın mı? Bu vesveseleri bırak! Sen çok kuruntulu insansın! Kalk. Dinlendinse bahçıvana görünmeden küçük salatalık koparalım, haydi. Paris! Paris!
Sen git, Paris'e git!.. Hey!
- Ha!... Ha!... Tıpkısı be! Gözümün önüne geliyor Paris... Enstitü binası... Sonra Cumhuriyet heykeli vardır. Yamandır Paris. Bir daha göremiyeceğiz. İnşallah
DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU / 45
sen gidersin de görürsün... Benden geçti artık... Fakat insan romanları okurken de Paris gözünün önüne geliyor... Hem bu, hoş bir roman... Aferin! İyi bulmuşsun... O yeraltı meyhanelerinde ben yüzlerce defa kafayı... çektim... Apsent üstüne apsent...
Paşa, bol kahkahalar atıyor; okuduğum romanın yerli Paris tasvirleri hafızasının kapağını açmış, gençliğinin en taşkın yıllarına ait hâtıralarla ağzına kadar dolu bir bentten, yirmi beş senelik bir mazinin seli şarıl şarıl akıyordu. Bütün Paris hâtıraları. Ve bol ve gevrek kahkahalar, ki çocukluğumda Paşa bundan ne kadar çok salıverirdi ve her insanı bize hatırlatan, her insanı içimizde yaşatan bir ayırıcı alâmet varsa, Paşa'yı da bana hatırlatan, içimde yaşatan bu gevrek ve bol kahkahalarıydı.
- Ben, diyordu. Paris'e gittiğim vakit Sadi Carnot Reisicumhurdu. Kaç senelik mesele bu? Dur bakayım... 1887... Onüç, onbeş daha, yirmi sekiz sene evvel. Sen daha o vakit dünyada yoktun... Ne gezer?... Ha!... Sadi Carnot Reisicumhurdu... Paris'in yeraltı meyhaneleri vardı... Orada apaşlar toplanırlar... Hani romanda okuyorsun ya!... İşte o herif gibi üç değil, beş değil, on onbeş apaş ortaya dolarlar... Ha!... İçlerinde politikacılar da vardır... Anarşistler!... Hepsi de Sadi Car-not'un düşmanları... Kapılar kapanır... Dışarıya gözcü konur... Polis gelmesin diye. Hoş polis herşeyi bilir ya... Arada bir bunları basar... Derken... Evet kapılar kapanır... Masanın üstüne bir anarşist çıkar, dehşetli bir nutuk söyler!... Hey! Aman Allah!... Gözleri kızarmış... Apsent üstüne apsent!... Bağırır dururlar:
- A bas Sadi Carnot!
Yani "Kahrolsun Sadi Carnot!" diye haykırırlar... Kimi yere bardağı atar, şırakk... diye kırar... Artık herkes masaların üstüne çıkar, nutuklar, haykırışlar, hur-
46 / DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU
ralar, bir neşe, bir coşkunluk, bir fırtına, kıyametler kopar!...
Göğsü yorulan Paşa biraz duruyor, hâtıralarının silsilesini kendi içinde seyre dalıyor, "Hey... Ah." gibi iniltiler salıveriyordu.
O tarihte biz, Harb-i Umumî'ye henüz girmiştik. İttihatçılar hâkimdi. Paşa, Fransız dostu ve Alman aleyhtarı, İttihatçılar'a düşmandı. Hep "Sabah" okur, muhalif fıkranın muvaffakiyetlerini arardı. Bab-ı âli baskınından sonra, "Sabah" birdenbire dilini değiştirmiş ve İttihatçılar'ın tarafına geçmişti. Hattâ Nazım Paşa'nın katlini ehemmiyetsiz bir vak'a gibi iki üç satırla yazmıştı. Paşa, en güvendiği gazetenin de bu ihanetini görünce, o günden beri matbuata da gücendi ve bir daha köşke gazete sokmadı. Bunun için gençlik hâ-tıralariyle karışan siyasî muhalefet ihtirası altmışını geçen bu ihtiyarı anarşist gibi diriltiyor, uykudaki enerjilerini ayaklandırıyor, coşturuyordu.
- Sonra, diyor, Sadi Carnot'yu öldürdüler... Ben o vakit Paris'te değildim... İstanbul'a gelmiştim... Herifi İtalyan anarşistleri vurdu.?. Liyon'da... Anladın mı? Sen git, Paris'e git!... Bak orada romanda okuduğun Pont-Neufun arka sokağında bir yeraltı meyhanesi vardır. Hoş, bugün duruyor mu acaba? Nefesi kesiliyordu. Romanı okumaya devam ettim:
"Çünkü bir kapalı araba, sarı ve ölümlü ışıklar neşreden fenerleriyle Pont-Neuf u geçti ve enstitünün parmaklığı önünde tevakkuf etti. Soluk gümüşî renkte bir şapkayı lâbis orta yaşlı bir adam, arkasında kısa boylu, kamburca diğer bir adamla arabadan atladı ve derhal emir verdi: "- Lâmbaları söndürünüz!"
DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU / 47 Gizli Konuşulan şey Bir odanın içindeki sır. Yatak odama girerken, kapının önünde Nuref-şan'ı gördüm. Elinde bir şamdan:
- Sizi bekliyorum, dedi. Şimdi sizin cibinliğinizi kurdum. Sivrisinekler çoğaldı.
Odaya benimle beraber girdi. Etrafına bakmıyor, benim daha fazla rahat etmem için odada yapılacak yeni işler arıyor, bulamamaktan canı sıkılmış görünüyor. Ben sandalyeye oturdum ve onun çıkmasını bekledim; çıkmadı ve karşımda durdu. Konuşmak istediği ve cesaret edemediği belliydi. Konuşturmak istedim:
- Ey... Söyle bakalım Nurefşan... Senin saka ne âlemde.... Yem yemiyor mu? Hastalığı geçti mi?
Son ihtiyarlık yıllarında kuşlara pek merak sardıran ve köşkte büyük bir kuşhane kuran Paşa, hasta bir saka kuşunu Nurefşan'a vermişti. Kızcağız odasında bu kuşu tedavi ediyordu.
- Bugün hayvancağıza iyi bakamadım. Misafir geldi.
Sonra yüzüme dikkatle bakarak, biraz daha yüksek sesle ilâve etti:
- Doktor Ragıp Beyin validesi geldi.
Benim bu bahse ehemmiyet vermememden korkarak çabucak şunları da söyledi:
- İş ilerliyor.
- Hangi iş? diye sordum.
- Bir iki güne kadar söz kesilecek. Küçük hanımı doktora veriyorlar. 48 / DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU
Bu haberi elimden geldiği kadar tabii karşılamaya çalışarak dedim ki:
- Öyle mi?... Nüzhet de bana söylüyordu. Demek buraya bir damat gelecek, fena mı?
Nurefşan, başını önüne eğdi ve memnuniyetsizliğini gizlemiyen bir yüz buruşuğu yaptı. Sonra anlattı:
- Düğünden sonra doktor, küçük hanımı Berlin'e götürecek. Orada hastahanelerde çalışacakmış.
- Ya... Demek küçük hanımı kaybedeceksin.
- Ben bu evlenmeyi hiç istemiyorum. Paşa efendi de istemiyor ama, yengeniz istiyor.
Gene yüzüma baktı ve benden bu duygusunu paylaştığımı anlatacak bir söz bekledi. Hiçbir şey söylemedim. Devam etti:
- Bugün siz Paşa efendinin odasına girdiğiniz vakit bunu konuşuyorlardı. Birdenbire sustular.
Kendimi tutamadım ve şiddetle canlandım:
- Ya!... Ben bunun üstüne mi geldim?
- Öyle ya.
Küçük bir tereddütten sonra sordum:
- Ne konuşuyorlardı?
- Hanımefendi, doktorun valdesinin söylediklerini Paşa efendiye anlatıyordu.
- Ne diyordu?
- Diyordu ki işte... Birkaç güne kadar söz kesilmeli imiş. Bir aya kadar da nikâh düğün... Sonbahara doğru doktor Berlin'e gidecekmiş, küçük hanımı da götüre-
- Nüzhet ne diyor?
- Gülüyor.
-Paşa?
- O da gülüyor. "Vay! Sen Berlin'e.'migideceksin?" diye alay ediyor. DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU / 49
- Peki, Nurefşan... Sen o şamdanı bırak. Benim şamdanda mum kalmamış.
- Zaten bunu size getirmiştim.
- Pekâlâ. Allah rahatlık versin. ,
- Size de efendim. Nurefşan çıktı. Size de efendim. Bana da mı? Ümit etmiyorum.
Nüzhet Bana Yalan Söyledi
Dünyanın hiçbir Nüzhet'i yalan söylememelidir.
Öyle bir yaşta idim ve öyle bir mizaçta idim ve çocukluğumda o kadar az oyun oynamıştım ve aldatmasını o kadar az öğrenmiştim ki, yalan bana suçların en ağırı gibi geliyordu; ve bir yalan söylendiği zaman insanların değil, eşyanın bile buna nasıl tahammül ettiğine şaşıyordum. Yalana herşey isyan etmelidir. Eşya bile: Damlardan kiremitler uçmalıdır, ağaçlar köklerinden sökülüp havada bir saniye içinde toz duman olmalıdır, camlar kırılmalıdır, hattâ yıldızlar düşüp gökyüzünde bin parçaya ayrılmalıdır filân... Zavallı mürâ-hik... Nüzhet bana yalan söyledi.
Ah ben ruhumun içindeki o ikinci ruhu bilirim, esrarı gören gözleriyle ve esrarı duyan kulaklariyle her-şeyi sezer ve bana sezdirir ve beni aldatamaz, ah, içim beni aldatmaz.
Ben o gün odaya girer girmez herşeyi sezdim. Aynalı dolap kapısının gıcırtısı, Nüzhet'in dizleri ve Nu-refşan'ın gözleri bana üç münâdi gibi haykırdılar. Hakikati seviniz, o da sizi sever; hakikati arayınız, o da sizi arar ve üstüne yalan Çin setleri gibi kalın du-
50 / DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU
varlar örsün, altında kalan hakikat bir ince iniltiyle, bir hafif rüzgâr dalgasiyle, herhangi bir küçük işaretle mevcudiyetini bildirir: "Buradayım!" der.
Nüzhet bana yalan söyledi.
Hem ne çabuk yaratılmış, ne mükemmel, ne güzel yalan! Annesi, aynalı dolabın içinde çıplakmış! Yalanlarla beşli bir muhayyile hakikatin unsurlarını ne çabuk buluyor, etraftaki eşyayı, hâdiseleri kendi gayesine göre ne çabuk tertip ediyor ve malzemesi hakikat olan, hakikî toprakla, alçıyla, suyla yoğrulan bu âbide en kuvvetli gözleri nasıl aldatıyor, ne san'at, ne san'at!
"Bak sen ne vesveseli adamsın!" ha?... Düşün, düşün de anla! "Senden gizli hiçbir şey konuşmuyorduk. Annem soyunuyordu. Sen odadan içeri girince aynalı dolabın içine saklandı. Ben sana işaret ettim, görmedin. Şimdi anladın mı?" İşte şimdi anladım... Ah, küçük aşifte!
Fakat Yarabbi, ben bu gece bu odada yatmaya niçin mahkûmum, niçin tâ buradan kalkıp evime kadar yayan gitmiyorum ve evimin sofasında baygın düşmüyorum

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin