Hilal geldiğinden beri kocasının onu gezdirmek istediği yerlere ayak basmıştı sadece. Onun dışında dışarıya adımını atmadı. Leon'a gönderdiği mektuptan sonra birkaç tane daha -belki elli tane- mektup yazmıştı. Ama göndermeye cesaret edemediği için yaktı onları. Kendisi bile dayanamazken bu cümleleri yazmaya, o okumaya nasıl dayansındı? Kim bilir canını ne kadar yakmıştı sevgilisinin; daha çok canı yanmasın diye...
Kimseye nereye gittiğini söylemedi. Ablasına bile. Leon'u tanıyorsa kimseye söylemeyeceğini de biliyordu; mektupta ne kadar peşinden gelmemesini söylese de geleceğini de. Nerede kaldığını tahmin edememesini umdu. Ama kadın bunu boylu boyunca düşündüğünde ne kadar zor olduğunu biliyordu. Yunanistan'da görüp görebildiği tek yer Himos'tu. Kocasıda akıllıydı zaten.
Bütün bunlar şunu gösterebilirdi: Hilal'in bir yanı bulunmak istiyordu. Evet, dünyada her şeyden çok sevdiği bir adamı üzmemek pahasına ondan gitmeyi göze alabilirdi belki ama bir yanı bunun bencillik olduğunu da söylüyordu ona. Buraya geldiğinden beri kendiyle böyle çelişiyordu kadın.
Geceliğiyle evde bir o tarafa bir bu tarafa gidip geliyor -sanki acelesi varmış gibi- arada baş ağrısı vurduğunda hap alıyordu. Ne yapacağını ilk defa bilmiyor değildi ama bu başkaydı. Ölümü beklemeyi ilk öğrenişi değildi. Kendini yeniden o soğuk zindanda hissetti önce. Sonra gözlerini yumdu. Yanaklarından şelale gibi, sımsıcacık yaşlar aktı. Sevgilisini yanında hayal etti: yine 'Umut var Hilal' dediğini...Kendisini anladığını fısıldayışını...Üşüyen bedenini örttüğünü... Ve ölüm onu almadan önce kendisi teslim olurken onu kurtardığını...Sarılmalarını...Adamın deli gibi titreyen ellerini ve buna rağmen kendisini sımsıkı saran kollarını hayal etti...
En sevdiği rüyaya dalar gibiydi kadın. Kapının çalmasıyla irkildi. Duyduğunun teyit olması için iki kez çalması gerekti kapının.
Yavaş adımlarla sendeleye sendeleye kapıya doğru gitti; bulanık görüyordu. Kapıyı açtı, hayal olduğundan emindi, hayır, başkasıydı bu. Yere yığılmadan hemen önce güçlü kollar kadını tuttu.****
Leon kollarına yığılan kadını bavulunu bıraktığı gibi tuttu. Tabii bebeği zorluk çıkarmıyor değildi. Çocuğu büyük bir özenle kanepeye yatırdıktan sonra aynı özeni karısına da göstererek yatırdı onu. Sonra kapının önündeki bavulu içeri aldı. Sevgilisini karşısında böyle beklemiyordu. Gözlerinin çevresi kıpkırmızı, yüzü her zamankinden daha beyaz, soluk bir Hilal vardı kollarında. Dağılmıştı kadın ve daha önce hiç böyle görmemişti onu. Yanaklarını okşadı. Teni buz gibiydi; yanaklarından süzülen yaşlar onu ısıtmak için akmışlardı sanki. Yavaş yavaş kadının tuzlu yanaklarını öptü. Sıra kupkuru dudaklarına geldiğinde dudağı bir süre kadının dudaklarında kaldı. Sonunda huzurunu bulabilmiş gibi gözlerini yumup derin nefes aldı. Doğrulup inceledi sevgilisini. Bu kadar kısa bir sürede ne hale gelmişti! Kendisine, Smyrna'sine olanları göremediği için kızdı. Elleri saçlarına gitti, yavaş yavaş okşadı. Dokunduğu ilk gün ki gibi ipeksilerdi.
Cihan'ın ağlaması Hilal'in gözlerini açmasına yetti. Karşısında yıllar önce gördüğü 'o hüzünlü gülümsemesiyle*'oturan bir These vardı.*: Leon'un savaşa gitmediğini söylediği gece ki Hilal'in tasvir ettiği gülüşü
•••
Biliyorum kısa baya, bir dahakine telafi etmeyi umuyorum :) umarım beğenirsiniz😘
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Breathe Me
Fanfiction...Öyle bir şey var ki sana çekiyor beni; daha senden ayrıldığım anda, uzaklaşmadan içimi kavurur dönme isteği...