Olmak ya da olmamak değildi asıl mesele; ölmek ya da ölmemekti.
Dünya üzerinde var olmanın, yaşamanın ne anlamı vardı? Acınası benliklerimiz, ne uğruna sürükleniyordu ismine "yaşam" denen bu akarsuda?
Seneler öncesinden başlayıp, hala devam eden bir sorgulayıştı bendeki. Sürekli sorguluyordum ve muhtemelen ölene kadar da sorgulayacaktım.
"İnsan ne için yaşar" sorusuna beni tatmin edecek ilahi bir yanıt bulamamış olsam da, insanların penceresinden baktığımda kafamda bazı düşünceler yer ediniyordu.
İnsan, bir amaç için yaşardı. Kendisi veya başka birileri tarafından belirlenmiş; evlilik, kariyer yahut daha farklı başarılar peşinde koşardı mesela.
Buraya kadar bazı cevapları bulduğumu düşünürken asıl soru kısa bir süre önce, zihnimin merkezine bir göktaşı misali düşüp orayı toza dumana katmış.
"Benim bu hayattaki amacım ne?"
Göktaşı, bu soruydu. Ve kafamda yer edindiği andan itibaren var olan tüm dengemi yerle bir etmişti. Bu sorunun gelişinin ardından sürekli düşünür olmuştum. Sürekli bir şeyleri sorguluyor ve çeşitli arayışlar içerisine giriyordum. Üstelik durmadan düşünedurduğum zamanlar içerisinde sosyal hayatım da yavaş yavaş yok olmuştu. Zira insanlarla ilgilenemez olmuştum artık. Yaptıkları, söyledikleri hiçbir şey ilgimi çekmiyor; aksine beni bunaltmaktan başka bir işe yaramıyordu.
Ben daha önemli yanıtlar peşindeyken herhangi bir kız arkadaşımın, falanca markanın filanca rujunu saatlerce anlatması tahammül edilemez bir hal alıyordu. Bu yüzden hepsiyle arama mesafe koymuştum zaman içinde.Hayatımda yalnızca teyzem ve kuzenim vardı. Annem, seneler önce babamdan ayrılıp başka bir adamla evlenmişti. Yeni kocasını pek sevmediğimden, onlarla yaşamak istememiştim. Annemin yeni kocasının da beni istediği pek söylenemezdi zaten.
Babam ise çalıştığı şirketin ona sürekli yurt dışı işleri vermesi sebebiyle benimle pek ilgilenemiyordu. Bu yüzden teyzemin yüreği oradan oraya sürüklenmeme elvermemiş, onunla birlikte yaşamamı istemişti. Annem zaten benimle ilgili herhangi bir şeye karışmıyordu o zamanlar. Babam ise onun peşinde sürüklenmemdense teyzemin yanında kalmamı çok daha faydalı bulmuştu benim için. O gün bu gündür, teyzem Ahu ve benden iki yaş büyük kızı Hale ile yaşıyordum.Hale henüz beş yaşındayken eniştem vefat etmiş, teyzem de biricik kızı ile yapayalnız kalmış. Eniştemin yokluğuna da alışamamış kadıncağız. Seneler sonra beni evlerine kendi evladıymış gibi almasını da, aslında hissettiği yalnızlıktan ötürü olduğunu düşünüyordum. Ne kadar çok insan, o kadar az yalnızlık.
Teyzem, yaşamın çıkardığı zorlukları birer birer aşarak güçlü kalabilmiş bir kadındı. Kırk sekiz yaşında olmasına rağmen hala gencecik ve zarif görünüyordu. Yaşıtları gibi de sayılmazdı pek. Arkadaşlarının neredeyse hepsi, saçlarını tek bir fabrikanın ürünüymüş gibi aynı tonda sarıya boyatırlarken, teyzem uzun saçlarını uçuk bir kızıla boyatıyordu. Kendi içinde ne kadar hüzünlüyse, dışarıya karşı o kadar neşeli, o kadar deli dolu davranıyordu.
Böyle güçlü ve kafa dengi bir annenin yanında büyüdüğünden olacak ki, Hale de tanıdığım en özgüvenli ve kendinden emin insanlardan biriydi. Fakat o annesi kadar uçuk kaçık şeylerden hoşlanmazdı. Kısa ve düz, simsiyah saçları vardı. Kendi saç rengi kumral olmasına rağmen sürekli siyaha boyatırdı. Dinlediği müzik gruplarından ve izlediği fantastik filmlerden izler taşıyan tişörtler giymeye bayılırdı. En tuhafı ise, çoğu insanın imrenerek baktığı buz mavisi gözlerini, daima kahverengi bir lens ile kapatırdı.
Kendilerine özgü olmalarıyla, hayatta en sevdiğim iki insan bu anne ve kızıydı.
***
"Şu haline bak Rüya Arslan. Mezarından firar etmiş bir ölüye benziyorsun."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SEKİZ MADDE
Teen FictionYaşam amacı, ölümünü güzel kılmak olan bir kız; Rüya Arslan. Var gücüyle insanları soyan iyi kalpli hırsız; Cihan Altınkaya. Hiçbir eylem seni heyecanlandırmıyorsa, hevesin kalmamış demektir. Hiçbir şeye heves duymuyorsan, yaşamanın bir anlamı kal...