PORTAKAL ÇİÇEĞİ

187 79 91
                                    

XTR-12 TUNGSTEN. Neredeyse 4 kg ağırlığındaki bu korkunç suç aleti dakikalardır alnımdaydı. Ya da bilinçaltım zamanı yutmuş, ben yine saniyelere gömülmüştüm. Saçlarımdan bir tutam yüzümün ortasında; nefesimi dışarıya her üflediğimde narince havalanıyordu. Düzeltmek gibi bir çabaya girmedim. Alnıma değen sıcak metal, ve onu kararlılıkla tutan gaddar eller hareket etmemi engelliyordu.

Legal katil; çatık kaşları, keskin gri gözleriyle adeta avını elinden kaçırmamaya çalışan bir avcı profili çiziyordu. Gözleri bir an olsun gözlerimi bırakmıyor, soluklarıma dahi kulak kabartmış pür dikkat dinliyordu. Bana ne yapmayı düşünüyordu? Öldürecek miydi? Belki de müebbet hapis cezası alacaktım. Bu hareketimle yalnızca kendimi değil, belki ülkemin de başını belaya sokmuştum. Ben endişeyle bunları düşünürken katil yüzündeki öfke perdesini katiyen indirmiyordu. Yapılı bedeni, normalde sarışın ama güneşten dolayı kavrulmuş esmere yakın teniyle sıcaktan bunalmış bir hali vardı. yüz hatları belirgindi. Benim hiçbir zaman sahip olamayacağım kadar biçimli kaşlara ve ince düz bir buruna sahipti. Karamele yakın uzun sarı sakalları güneşin altında hafifçe savruluyor, silahının ardındaki yüzü muhteşem bir ışık oyunu sergiliyordu. Ellerim farkında olmadan silaha dokunma isteğiyle hareket ettiğinde namlu daha da alnıma bastırıldı. Temkinli bir sesle;

"sakın" diye tısladı. "eğer o elini tekrar kaldırırsan merhamet etmem"

O esnada ambulans, siren sesleri eşliğinde yaralı çocuğu almış gidiyordu.

Çocuk yaşayacak mıydı?

Birkaç Filistinli genç dışında etrafımızda İnsan kalmamıştı. Askerler herkesi evine kovalamış, mescidin beyaz taş zemini bomboştu. Ben hareketsizce beklerken, kalmak için direnen ateşli gençlerin sesleri de artık daha uzaktan geliyordu. Katil, bir sonuca varmak ister gibi namlusuyla alnımı biraz daha ezerken bedenim geriledi, ayaklarım taşlardan birine takıldı ve sertçe sırtüstü düştüm. Düştüğümde bıraktığım tok ses bahçede yankı yapmıştı. Elimde olmadan karın kaslarım kasıldı ve bir inilti çıkardım. Avuç içlerim zeminde, kafamı kaldırıp baktığımda batıya doğru ilerleyen güneş ışığıyla yağan yağmurun dansını, askerin karanlık yüzünde gördüm. Hala ucu bana dönük olan silaha baktığımda, teslim olmuş bir ifade belirdi yüzümde. Cesur olup yüzüne tükürebilir veya dolu dolu bir küfür savurabilirdim.

Yapamadım.

Henüz öğrencilerimle bile tanışamadım. Aileme veda edemedim. Hâlbuki alışveriş yapıp fotoğraf çekecektim. Ölmek istemedim.

Hayır, bugün değil.

Birden gözümün önüne, polisin namlusuna çiçek uzatan o cesur kadının fotoğrafı geldi. Bu Dünyayı çiçekler kurtaracak demişti. Ben buna inanmamıştım hiçbir zaman. Silah çekene silah çekmek daha adildi benim dünyamda. Hem ne diyordu Tevrat; "kana kan, dişe diş!" Yani kısas. Ama bu sefer karşı koymadım. Beklemekten başka hiçbir şey yapmadım. Tuhaf bir şekilde bir şeylerin özlemini çekiyordum.
Katil bana sinirle bir şeyler söylüyordu. Duyamadım. Her şey uğultulu ve yavaştı. Kaşlarını çatıp aniden silahını indirdi. Üzerime eğilip omuzlarımdan tutup sarsarken,

"Nefes al! Nefes al!" diye bağırdığını işittim. Kasketini çözüp çıkarttı. Kendimde değil gibiydim. Şok mu geçiriyordum? O anda uzun, düz saçları omuzlarından aşağı döküldü. Güneş ışığının altında parlayan açık kahve saçları rüzgârla dans edip adeta gösteri yapıyordu. Bu gördüğüm; gözleri kamaştıracak kadar güzel bir tabloydu. Soğuk ve güzel. Ölüm meleği gibi. Ama hayır. Melek değil. Kelimenin tam anlamıyla ölümün kendisi.

Yavaştan yüzümü örten saçları yüzümü yalarken kulağını kalbimin üzerinde hissettim. Saçlarının kokusu burnuma dolarken boğulmaktan son anda kurtulmuş; oksijene aç bir adam gibi nefes aldım. Portakal çiçeği.

KELEBEKLERİ ÖLDÜRDÜMHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin