DOKUZUN ÇEYREĞİNİN ÇEYREĞİ

84 13 32
                                    

   Başlangıçta hiçlik vardı.
Sonra Tanrı gökleri yarattı. Yer ise ıssız ve karanlıktı.
Tanrı'nın ruhu suların yüzü üzerinde hareket ediyordu.
Ardından ışığı yarattı.
Tanrı ışığın iyi olduğunu gördü ve ışığı karanlıktan ayırdı.
Ve Tanrı ışığa gündüz, karanlığa gece dedi.
Ve akşam oldu... Ve sabah oldu.
Allah bazı kullarını sevdi, bazılarını ise sevdaya saldı. Gülü süsleyip güzel bir hale getirdi, bülbülü ise çilede bıraktı. Ruhların yaratıldığı can meclisinde istek kumaşlar tek tek bölüşüldü. O zaman. İşte o zaman bize sevgi hissesi olarak paramparça olmuş bir gönül düştü.
Biz tekrar toparladık, onlar tekrar yıktılar. Lakin söz veriyorum bir gün orayı ateşe vereceğim.

***
"Normal insanlar kendilerine bir şey ısmarlandığında boş boş bakmazlar. Biliyorsun değil mi? Nazikçe teşekkür etmen gerekiyor." Diyerek sessizliğini bozdu.
Üniformasız olduğu için farklı görünse de ukala bakışlarından tanıdım. Gayet sakin ve dikkatli konuşuyordu. Ben ise aslan kral tarafından avlanmış bir zebra gibi ona bakıyordum. Boynu aslanın dişleri arasında kalmış; yutkunamayan, çırpınamayan, çaresiz bir zebra...

Gözlerimin önünde kelebekler uçuşuyor, başım dönüyordu. Tabii ki o tokatın hesabını sormak için peşime düşmüştü. Ben de bu olaydan öylece sıyrılacağımı sanmıştım aptal gibi.
Ama o zaman neden benden davacı olmamıştı? Yine aynı soru.
Şimdi bana ne olacak?

Alelade yere fırlatılmış bir un çuvalından farksızdım. Aynı zamanda soğuk bir ceset kadar hareketsiz. İçimde bir yerlerde, kendi zifiri karanlığımda kaybolmuştum. David kafasını yana eğip anlamaz gözlerle bana baktığında gözlerimi zemine kaydırdım. Ama o ani bir hareketle tabureden indi ve güçlü elleriyle yüzümü avuçlarının içine aldı.

"Nefes al! Hey!" Komutları kulağıma geldi. Her zaman böyle olurdu. Ne zaman bir şok yaşasam vücudum kasılır ve nefes alma yetimi kaybederdim.
Orta yaşlı barmen endişelenmiş olacak ki elinde tezgahı sildiği bezi omzuna atıp önümde duran suyu bana doğru uzattı. David bardağı onun elinden alıp bana doğrulturken hiç de babacan değildi.
"İç şunu." Diye emretti. Rica veya istek değil evet. Bu bir emirdi. Askerlere özgü mekanik bir sesle söylemişti bunu. Sağ kaşını kaldırırken ikiletmedim ve uzattığı sudan bir yudum aldım. Ciğerlerime dolan buz gibi serin su beni kendime getirmiş, koşmaktan nefes nefese kalmış bir atlet gibi hızlı hızlı solumaya başlamıştım. David ise tereddütle beni bırakıp yerine oturduğunda ellerimle tezgahtan destek aldım. Yüzüne baktığımda kaşları çatılmış, dudaklarını birbirine bastırmıştı.
Nihayetinde bir yaşam belirtisi gösterip su dolu bardağı David'in elinden aldığımda hepsini neredeyse nefes almadan kafama diktim. Bardağı tezgaha koyduğumda tehditkâr bir bakış atmayı umarak gözlerimi yüzüne diktim. Korkuyordum. Hem de çok.
Kafamda, söyleyecek doğru cümleyi ararken,
"Beni takip mi ettin?" Cümlesi çıktı dudaklarımdan.
Cevap vermedi. Aksine, sorumu duymamış gibi önündeki suyu kafasına dikti. Ardından cüretimi kıracak gri gözler ağır hareketlerle bana döndü.

"Neden korktuğunda nefes alamıyorsun?"

"Korkmuyorum." Yüzünü yüzüme yaklaştırmasıyla irkilsem de kendimi geri çekmedim. Kısa bir an gözlerini ellerime indirip tekrar gözlerime kaldırmasıyla dudaklarının kenarları kıvrıldı ve onu ilk defa gülümserken gördüm.

"Ben bir askerim."

"Yani?"

"İnsanların reaksiyonlarını kolayca yorumlayabiliyorum."

KELEBEKLERİ ÖLDÜRDÜMHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin