"BURASI sizin odanız. Saat 8.30'da işinizin başında olmalısınız. Akşam en erken 10'da çıkılır. Arka tarafta banyo göreceksiniz. İstediğiniz zaman duş alabilirsiniz. Ayrıca gece burada kalmanızda bir sakınca yok.Yemek kırk ikinci katta açık büfe şeklindedir. Sabah kahvaltısı, öğle ve akşam yemeği saatlerini öğrenirsiniz. Doktorumuz saat 4'e kadar çalışır. Ancak plaza önünde 7/24 ambulans ve güvenlik bekler. Görevlendirmeleri Murat bey yapar. İtiraz hakkınız yoktur, dosya reddedemezsiniz, bir dosya hakkında strateji önceden belirlendiğinden size ne denirse yapmak ve söylemek zorundasınız".
Titiz görünümlü,elli yaşlarında, "kraldan ziyade kralcı" olduğunu ilk görüşte anlayabileceğiniz bir erkek asistan (adı Naci'ymiş) bana çalışacağım odayı gösterirken söyledi bunları. Konuşmasına yumurtlayan bir tavuk gibi başlamış fakat nasıl olduysa Hitler tavrıyla bitirmişti.
"Sormak istediğiniz bir şey var mı?" diye sordu artık şaşırmayacağım bir ses tonuyla.
"Bilmem ki, yok herhalde" dedim. Sorarsam beni pencereden aşağı atabileceğini düşünmüştüm. Bence anlamıştı.
"Birazdan kokteyl salonunda kırk ikinci katta olacağız. Hazır olun". dedi.
O daha odadan çıkmadan hazır ol duruşuna geçmiştim bile. Odadan çıkınca da gözden kaybolduğuna emin olup kapıyı ardından kapattım. Bir kaç saattir çektiğim stresten kurtulmak ister gibi masama doğru hızlı adımlarla yürüdüm ve kendimi bırakıp sandalyeye yığılıverdim. Ayaklarım öne doğru uzanmıştı, bıraksam nereye gideceklerdi kim bilir. İki kolum yana düşmüş ve yüzüm yan tarafa dönüktü. Açık pencerenin camından bir süre yüzüme baktım. Bıkkın görünüyordum.
BENİM için "birazdan" demek ortalama on beş dakika demektir. Fakat kokteyl salonuna çıktığımda herkesin benden önce orada olduğunu gördüm. Neyse ki kimse beni farketmedi. Yaklaşık kırk elli kişilik bir topluluk ayakta fakat ilgisizce kürsüdeki konuşmacıyı dinliyordu. Garsonlar hafif müzik eşliğinde içecek servisi yapıyorlardı. Kürsüdeki konuşmacı kuzenimdi. Papyon takmıştı. O papyonun lastikli olduğuna hiç şüphem yoktu. Bence kuzenim, bir papyonu veya kravatı bağlayabilecek beceride bir insan değildi.
İkram edilen kanepelerle dikkatim biraz dağılır gibi oldu ama sonra kendimi kürsüdeki kuzene kaptırdım. Amcamdan bahsediyordu.
"Rahmetli babam Musa Kamer, çok iyi bir insan ve iyi bir avukattı. Onunla çalışmaktan hep gurur duydum. Her ne kadar bazı konularda uyuşamamış olsak da, o benim için meslek hayatımda hep bir üstad olarak kalacak...O hep en iyinin peşinde koştu".
O sırada yanımdaki avukatlardan biri, içeceğini yudumlarken kendi kendine mırıldandı.:
"En iyi ve en sarışın"
Moralim bozulmuştu ama belli etmemeye çalıştım. Kuzen konuşmasını sürdürdü.
"...Babam hep şöyle derdi. Avukatlar tarih boyu köle kullanmadılar ama hiçbir zaman efendileri de olmadı! Babamı bu sözün aslında ona ait olmadığına ikna edemedim.Onun sözü daha çok şunun gibi bir şeydi: Savunmanın kutsallığı ile yalanın kaçınılmazlığı, avukatın dilekçesinde ahenkli bir bütün oluşturur".
Topluluk heyecanla alkışlamaya başladı. Anlaşılan amcamın felsefesini onaylıyorlardı. Kuzen kendi meslek felsefesini de ekleyince bu tahminimde yanılmadığımı anladım.Şöyle diyordu; "Avukat, aldığı dava ile ilgili ya hâkimi ya müvekkili ikna etmelidir. Kendisi ikna olmasa da olur".
Topluluk tekrar alkışlamaya başladı. Sağımda ve solumda tek sıra halini almış çok sayıda erkek avukat, kıyafetleriyle hiç de uyumlu olmayan biçimde ıslık çalıp tezahürat yapıyordu.Bu durum, papyon tarlasına dönmüş salonu kanat çırpan penguenlerle doluymuş gibi gösteriyordu. Neyi alkışladıklarına dair hiç bir fikrim yoktu. Bu saçma sözlerin ne değeri olduğunu anlayamamıştım. Kuzen nihayet konuşmasını sonlandırıyordu:
ŞİMDİ OKUDUĞUN
EYVAH, AVUKAT OLDUM !!! #wattys2017
AcciónAnne ve babası ölmüş, babaannesiyle kasabada yaşayan Meryem'in İstanbul'da hukuk fakültesini bitirip, çok zengin bir avukat olan amcasının yanında büyük bir plazada çalışmaya başlamasıyla gelişen olaylar. Meryem, plaza avukatlarının hırs, kıskançlık...