SABAH saat 7'de ilk işim alarmı ertelemek oldu. Ofise gitmek istemiyordum çünkü o gün ofiste beni iyi şeylerin beklemediğini biliyordum. Üç kez ard arda alarmı erteledikten sonra kahvaltı yapmadan çıktım evden. Sokağa adımımı atar atmaz otobüs beklemek yerine taksi çevirmeyi uygun gördüm.
Arka koltuğa yaslanıp Levent'e doğru adım adım ilerleyen trafikte çevreyi seyretmeye başladım. Dünyadaki her mega kentte rushhour'lar belli bir zaman dilimini kapsarmış. İstanbul'da ise trafiğin zamanı yok. Hangi saatte sokakta olursanız olun size ilk günaydın diyen de, iyi akşamlar diyen de trafiktir. Pürvelvele sokaklar, kulakları çınlatan klakson sesleri, küfürler, hatta kazalar. Hiç şaşmaz. İstanbul trafiğine baktığınızda insanımızın dünyaca ünlü misafirperverliğinden eser göremezsiniz. Çift karakter dedikleri bu olmalı. Bir önceki akşam Tanrı misafirini tıka basa doyurup yatacak yer veren insanımız bu haliyle Dr. Jeckyll'dir. Fakat aynı insan sabah işe giderken Mr. Hyde'a dönüşür ve kırmızı ışıkta geçme, sinyal vermeme, yol kapma, hız limitini aşma, hatalı sollama gibi silahlarla ortalıkta terör estirir.
Altı üstü yürüyerek yarım saatte gidebileceğim yolu taksiyle 1 saate çıkarmış olmanın verdiği sersemlik kısa sürdü. Taksi şoförü cebinde bozuk para olmadığını söyleyip helallik isteyerek 10TL (yazıyla on te-le) yi de iç edince daha bir kendime geldim. Sanırım artık plazadan içeri girmeye hazırdım.
Yirmiyedinci kata çıktığımda her sabah hissettiğimden daha farklı bir his uyandı içimde. Bu defa stres ya da yapamama korkusu değil de, sanki ait olma hissi yapışmıştı üzerime. Asansörden inip kalabalık koridordan odama doğru ilerlerken ilk günümü hatırladım. Kuzenle ilk tanıştığım günü. Sanki aylardır burada çalışıyormuş gibiyim. Ne de çabuk alışmışım.
Odama doğru ilerlerken geç kalmış olmama kimsenin karışmamış olması hoşuma gitmişti. İcra ve gayrimenkul departmanlarının olduğu açık ofisten geçerken asistan Naci'yi bile görmüştüm. O kadar yorumsuz bakmıştı ki. Bu iyiye mi işaretti acaba?
Nihayet odama geldim. Kapıyı açık bırakmış olmama şaşırarak girdim içeri. Masama yerleştim ve bir iki kez derin nefes alıp verdikten sonra onu gördüm. Masamın tam karşısında duruyordu. O..Uzun sarı saçlı, ağır makyajlı, aşırı yüksek topuklu avukat kız. Şaşkınlığımı oldukça doğal karşılayıp tokalaşmak üzere elini uzattı;
"Merhaba, ben Tuba Arslandikanlıoğlu, geçen gün adliyede beraberdik"
Neler oluyordu? Hiçbir şey anlamamıştım. Bu kızın odamda ne işi vardı?
"Kimi aramıştınız" diye sordum. Hemen bir açıklama yapsa iyi olurdu.
"Eee, şey...Burası artık benim odam" dedi ve ardından "mış" diye ekledi. Çekinmişti belli ki."Kusura bakmayın size bu haberi ben vermek zorundayım" diyerek masanın üzerindeki bir kağıdı alıp bana doğru uzattı. "Maalesef işten çıkarılmışsınız. Murat Bey size bunu vermemi istedi".
Şaşkınlıkla kağıdı aldım. Nasıl olabilirdi böyle bir şey? İşten çıkarma dedikleri bu muydu yani? Yüzüne bile bakmadan kapı dışarı etmek? Ne sanıyordu bu kuzen kendisini? Bana iki dakika ayırmayı neden çok görmüştü?
Yüzümdeki ifadeyi gizleyemedim. Zoraki gülümsedim. Kız samimiyetle "çok üzgünüm" dedi. Çantamı alıp odadan çıktım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
EYVAH, AVUKAT OLDUM !!! #wattys2017
AksiAnne ve babası ölmüş, babaannesiyle kasabada yaşayan Meryem'in İstanbul'da hukuk fakültesini bitirip, çok zengin bir avukat olan amcasının yanında büyük bir plazada çalışmaya başlamasıyla gelişen olaylar. Meryem, plaza avukatlarının hırs, kıskançlık...