Herkes kısa bir an için donakaldı, çok uzun zamandır böyle bir şey görülmemişti. Aklıma o anda geldi, sınır kasabalarına saldıran Sevrtia'lar için Polgus'a gönderilen birlik fazlaydı, acaba Kraliyet bu büyük saldırıdan daha önce haberdar mıydı diye düşünmeden edemedim.
Komutan her ne kadar belli etmemeye çalışsa da telaşlı bir halde emirler yağdırıyordu. " Hemen valiliğe ve garnizona haber salın, herkes görev yerlerine!"
Canlı olan şehir bir anda çan sesleriyle daha da hareketlenmişti. Bulunduğumuz garnizon binasından şehre doğru bakınca karınca yuvasını andırıyordu. Şehrin iç kısımlarına doğru koşan halk ve dışına doğru koşan askerleri görünce tüylerim diken diken olmuştu. Bu insanların zengin olmak uğruna asker olmak gibi yüzeysel bir idealden ziyade, daha yüce bir amaca hizmet ettiğini o an idrak ettim. Bu süreçte zaman hızla akmıştı. Güneşin batışı havayı turuncuya boyarken manzara inanılmaz bir hal aldı. Batı kanadından biz sorumluyduk. Şehrin konumu nedeniyle dört taraftan saldırmaları mümkün değildi. Bu yüzden hazırlık ve savunma daha kolaydı. Ortamdaki kaos nedeniyle bizimkileri göremedim. Çoktan görev yerlerine gitmişlerdi sanırım. Herkes kısa sürede örgütlenip surların üstüne çıkmıştı. Bildirilenler doğruysa sayıca onlardan fazlaydık, ama bu yeterli olmayabilirdi. Fiziksel avantajları nedeniyle sur dışına çıkıp açık arazide yıldırım saldırısı yapmak intihar olacağı için onların gelmesini bekledik. Fakat bir sorun vardı, sayı üstünlüğümüz bazılarımız için dezavantajdı. Surlardaki yoğun kalabalık nedeniyle herkes çıkamamıştı. Ölenlerin yerini almak için aşağıda bekleyen birlikteydim. Daha önce, ölmek için sıra bekleyen başka bir insan grubu görmemiştim.
Tahminimden daha erken bir saldırı gerçekleşti. Yukarıdaki insan seslerine Sevrtia'ların hırıltıları ve kükremeleri eşlik etmeye başladı. Gözlerimi kapadığımda, sanki doğaçlama bir melodide yaratım sancını çekmek gibi geliyordu. O an sırtıma çarpan asker, şimdiye geri dönmemi sağladı. Arkamı döndüğümde tecrübesiz yüzler gördüm. Garip bir şekilde o ana kadar korkmamış olsam da, vücudumu ısıtan bir korku sarmaya başladı. Enteresan olan şey korkma nedenimin Sevrtia'ların kükremesi değil de etrafımdaki endişeli yüzler olduğunun farkına varmam idi. Herkes kendi korkusunu başkasına bulaşıcı bir hastalık gibi yayıyordu adeta. Birilerinin bunu yaptığı gibi cesareti de yayması lazımdı. Tüm bunları düşünürken sıranın ilerlemesiyle kendime geldim. Anlaşılan çoktan surlara varmışlardı. sesler daha da arttı, aşağıya düşen cesetler ve yukarıdan gelen çığlıklar, içinde bulunduğumuz duruma hiç yardımcı olmuyordu. Çevik yapıları ve keskin pençeleri nedeniyle düz duvara bile uzun uğraşlar sonrası çıkabiliyorlardı. Oklar ve dökülen kızgın yağlar çoğunu yaralayıp bazılarını öldürse de, sadece kesin olanı erteliyordu. Surların üstüne çıktığımızda gördüğüm manzara karşısında hareket edemedim. Artık görmüş geçirmiş biri olduğumu sansam da, olayları sindirmem biraz zamanımı aldı kısa bir an için. Wyvern'ler de bu büyük orduya dahildi. Daha önce tahmin edememiş olmam o an şaşırtmıştı beni. Sevrtia'ların kaç türü olduğu bilinmiyordu, fakat 2 tür bilgimiz dahilindeydi. Wvyern dediğimiz sınıfı Drake'lere kıyasla biraz daha büyük, ön ayakları yerine kanatları olan ve nadir rastlanan bir türdü. iri olmaları yetmezmiş gibi en büyük avantajları olan uçmaları çok büyük tehlike arz ediyordu. Kısa süre etrafa göz gezdirdikten sonra Drake'lerden daha az olduklarını fark ettim, ama içimdeki dehşeti dindirecek kadar yeterli değildi bu farkındalık. Çoktan surların üstüne ulaşan Drake'lere odaklanmam lazımdı şimdilik.
Wyvern'lerden bazıları surları aşarak bizi görmezden gelip şehrin içine doğru yöneldi. Ancak şehir onlar için vardı. İç taraflarda bulunan devasa arbalet kuleleri hazırlıklıydı. Her ne kadar düşüşlerini seyretmek istesem de, önümde bulunana bakmam lazımdı. İlk başta surlarda bulunan birlik, konumu kaybedip dağılmıştı. Bu yüzden avantajlarını yitirmişlerdi ve yorgunlardı. Yeni gelen birlik olarak önceden şüphe duysam da sonradan suratlarında ciddi bir ifade olan insanlarla çevriliydi artık etrafım, sanırım en kötüsü beklemekti. Bize öğretileni yapıp organize bir şekilde hizaya girdik, uzun menziller arkadayken biz onları savunan olacaktık. Kalkanlarımız ile duvar oluşturup adım adım ilerliyorduk. Eğilip duvarı açınca okçular işlerini yapıyordu ve yeniden hazır olana kadar duvarı tekrardan kaldırıyorduk. Ucuz bir taktik olsa da düşmanın zeka seviyesi için etkiliydi. Kısıtlı alan nedeniyle organize çalışarak saldırınca surlardan bir kısmını döktük fakat buna rağmen onlardan düşene kıyasla bizim kaybımız daha fazlaydı. Bu yüzden sayı üstünlüğümüz eşitlenmeye başladı. Bir süre sonra surlara çıkmaya devam edenler ve yukarıdan saldıranlar bizim birliğin de açık verip yavaş yavaş dağılmasına neden oluyordu. Başımızda bulunan komutan, bu durumun farkına varıp onları daha fazla tutamayacağımızı anladı ve daha fazla kayıp vermemek için geri çekilmemizi söyledi. Ağır zayiatlar vererek şehrin iç kısımlarına doğru gitmek üzere surlardan aşağıya doğru inmeye başladık. Batı kanadı düşmüştü, ve diğer kısımlar da geri çekilmeye başladı. Bu sırada arbalet kulelerinden bazıları işlevsiz hale gelse de gökyüzünde uçan pek Wyvern kalmadığını görünce gerçekten de işlerini yapmış olmaları azıcık da olsa içimi rahatlatmıştı.
Şehir üç katmandan oluşuyordu. Yeniden toparlanmak için iç kısımlarındaki ikinci sura doğru yola koyulduk. Bu sırada başlayan yağmur, düşmanımızı az da olsa hantallaştırsa da, giydiğimiz zırhlardan dolayı bizim içinde aynısı geçerliydi. Çoğu şarkıda geçen, savaşta düşen askerler için ağlayan bulutlar geldi aklıma, ama sanırım doğa taraf tutmuyordu bu sefer. İkinci surun tek kapısı vardı ve ulaşmak için pazar alanının içinden geçmek gerekiyordu. Arkamızda bizler için gelen sesler koşuşumu yavaşlatıyor gibi hissettiriyordu. Her ne kadar kaçmak hoşuma gitmese de gururumu bu seferlik ayaklar altına almam gerekiyordu. Bir tanesi peşime takılmıştı, düz koşuda böyle devam ederse yakalaması garantiydi. Planım, labirent gibi olan pazar alanında izimi kaybettirip kapıya ulaşmaktı. Benimle birlikte koşarken yanımda bulunan üç askere bağırarak "Beni takip edin!" dedim. Ne karşılık alacağımı hiç düşünmemiştim. Yüzlerinde, sanki göklerden işittikleri bir sesi duymanın şaşkınlığı vardı. O ana kadar içgüdüleriyle hareket eden kişilermiş gibi bir anda kendilerine geldiler. Nedenini sorgulayacak vakit yoktu ve başka bir seçeneklerinin olmadığını biliyorlardı. Cevap vermeden beni takip etmeye başladılar. Hemen önümüzdeki ilk ara sokaktan dönüp ana yoldan saptık. Sokakta aceleyle terk edilmiş dükkanlar bulunuyordu. Tenha gibi gözüken ilk dükkana girdik, şans eseri bara denk gelmiştik. Nefes nefese "En azından ölürsek güzel öleceğiz" dedim. Korkmuş yüzleri yerini şaşkınlığa bırakmıştı, sanırım artık yavaş yavaş alışıyordum aksiyona. O kalabalık ve karmaşa sırasında arkamızdan gelenin izimizi kaybedeceğini düşünmüştüm fakat sadece yavaşlatmıştı belli ki. Kaostan ayrı düşünce hafif bir sessizlik olmuştu, iyi ki de olmuştu çünkü başka türlü öğrenemezdik bizi hala takip ettiğini. Pençelerinin çıkardığı sesleri duyup birbirimize bakıp sonra tezgaha döndük. Yavaş adımlarla barın arkasına geçtik. Draker'lerle ilgili pek bir şey bilinmese de koku alma duyuları insanlardan daha iyiydi, ama buna rağmen yağmur sayesinde yerimizi bulamıyordu. Nefes nefese kalmış bedenlerimizi sakinleştirip sesimizi alçalttık. Sokaktan gelen seslere göre, rastgele olarak dükkanlara girip bizi arıyordu. En sonunda bulunduğumuz bara girdi, ellerimizle ağzımızı kapatıp geçip gitmesini ümit ettik. Fakat inatçı yaratık bir türlü gitmiyordu. Barın arkasına doğru yaklaşırken kılıcımın kabzasını yavaşça kavradım. Çirkin mahlukun kokusu önce geldi ve sonra çenesi göründü. Tezgahın altında kılıcımı çekerek biraz daha gelmesini ve boğazını görünce bir hamlede işini bitirmeyi düşündüm. Tek şansım vardı. Tam o sırada dışarıdan başka gürültüler geldi ve yaratık kafasını oraya çevirdi. Hemen ardından bağırışlar, masaların devrilme ve bardakların kırılma sesleriyle birlikte Drake'in acı çığlığı duyuldu. Kısa süren bir sessizliğin ardından cesaretimi toplayıp tezgahtan kafamı uzatıp doğruldum. Gördüğüme inanamamıştım, bu Bardolf'du. Galiba kaba gücüne ilk defa minnet duyuyordum. Kılıcını temizlerken beni fark edip"İmi?" dedi. Şaşkın bir yüz ifadesi ile beni işaret ederek bir iki saniye ağzını açıp kapatarak konuşmaya çalıştı. Kendimi toparlayıp "Yine düşünmeden konuşmaya çalışıyorsun değil mi?" dedim. İğneleyici tavrımı hemen hatırlayıp suratında yarım bir gülümseme ile "Bu tarz anlarda kahraman güzel bir söz ile giriş yapardı fakat sen söyledim say" dedi. Aramızdaki kötü olayların şu anda bir anlamı yoktu. Sanırım ölülerimizi gömdüğümüz zaman Rodin'in yaptığı konuşmayı şimdi anlıyordum. O sırada ayağa kalkıp olayları anlamaya çalışan askerlerden bir tanesi öne atılıp "Sanırım o söz (Siz de mi partiden sıkıldınız?) olabilirdi." Dedi. Az önce ölümle burun burunayken şimdi ortamda oluşan ciddiyetsizlikten dolayı sinirlerim bozulmuştu. Elimle yüzümü kapatarak gıcık bir kahkaha attığımda Bardolf da bana katıldı ve tekrar söze girerek "Kalabalıkta birliğimden ayrı düşmüştüm, size rastlamam çok iyi oldu" Dedi. Okuduğum çoğu kitapta, son anda gelen yardım klişesinin gerçek hayatta başıma geleceğini asla hayal bile edemezdim. Sanırım klişe olmalarının bir nedeni vardı. Diğer ikisi harekete geçmemiz gerektiğini söyledi. Bardolf kılıcını kınına sokup kırılmamış içki şişelerini araklarken "Şimdi ne yapıyoruz?" Dedi. Suratıma ciddi bir ifade takınarak "Kapı kapanmadan içeri girmemiz lazım." ...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Tias
Fantasy"Bu felaket başımıza gelmeden önce ne yapıyorduk, ne için savaşıyor ne için ölüyorduk?" Rodin, piposundan uzunca çekip göğe doğru bakarak nefes verdi; "Belki böylesi daha iyidir... Ölümü daha anlamlı kıldılar bizler için. Sırf başka toprakta doğdu...