"Tanrım..." Ağzımı beş karış açmış esnerken çapraz masada oturan Kyu Hyun'un söylendiğini kısa bir süre de olsa işittim. "Hala esniyor."
Esniyordum. Ve ölene kadar da esnemeye hakkım vardı. Dün gece geçirdiğim son dakikalarmış gibi hissetmiştim. Gerçekten son dakikalarımmış gibi. O an düşünebildiklerim sınırlıydı. 'Beyin kanaması mı geçiriyorum?', 'İçtiğim viskide zehir mi vardı?', 'Azrail mi geliyor?'...Sabah sokağa çıkıp insan görene kadar ciddi ciddi öldüğümü düşünmüştüm. Aslında bir motelde uyanmıştım. Üzerimde yabancı birisinin ceketiyle birlikte. Hayatta olduğumu anladığımdan beri hatırlamaya çalışıyordum, dün adet olmuş kızlar gibi yerde yatarken birden nasıl motele gitmiştim? Çın! Bilinmiyor...
Dün yaşadığım o acı...Tam az önce kafama yediğim kitabın verdiği acıyla boy ölçüşemezdi elbette.
"Hey!" Cırlayarak elimi kafama götürdüm ve tam olarak acıyan yeri ovuşturdum. Kitabı atan kişi olan Kyu Hyun hiç eğlenmiyormuş gibi doğruca bana bakıyordu. "Ölmek mi istiyorsun?" diye sordu düz bir sesle. Dudakları bükülmüş, kaşları havalanmıştı. Bir süre boş boş baktıktan sonra doğruldum ve boğazımı temizleyerek "Acıttı sunbae." diye homurdandım. Sunbae, hyung...Ona böyle seslenmek zorunda olmaktan nefret ediyordum. İş yerinin dışında onunla gayriresmi konuşabiliyordum ama iş yerinde...Gerçekten burnumdan getiriyordu.
Dudaklarında hafif bir memnuniyet pırıltısı oluştu. "Peki ya arkadaşların? Onlar da mı ölmek istiyor?"
Cevap vermeden duvarda asılı olan saate baktım. Dokuzda -aslında yedide ama dün Yoon Gi'nin doğum günü olduğu için birkaç saat izinliydik- burada olmaları gerekiyordu ve saat şu an on ikiydi. İçimin daraldığını belli etmek istercesine iç çektim. Umrumda değillerdi. Kyu Hyun'un onları sözleriyle dövmesini zevkle izleyecektim.
Sessizce geçen bir on dakikanın ardından tekrar esnedim ve masanın üzerindeki kağıtlara bakarak "Cidden kayda değer hiçbir haber yok mu?" diye sordum.
En az benim kadar daralmış olan Kyu Hyun dudaklarını birbirlerine bastırdı. "Kore'nin en büyük haber şirketinde bulunan magazin şefinin elemanlarına sahip çıkamadığı için kovulması dışında mı?" Kafasını iki yana salladı. Ağzını açıp başka bir şey söylemeye hazırlanıyordu ki magazin bölümü ile spor bölümünü ayıran koridordan fısıldaşma sesleri duyuldu. Kyu Hyun da duymuş olmalıydı ki benim gibi sustu ve kulak kesildi.
"Hyung," dedi bir ses. Do Woon olduğuna dair bahse bile girerdim. "sen önden git."
"En küçüğümüz sensin, sen git." Ve bu da Se Hun'un ta kendisiydi.
Fısıldaşmalar birbirlerine karışarak fısıltılı bir gürültü oluştururken Kyu Hyun'la birbirimize baktık ve tam o anda Do Woon koridora çıkan koridor ile magazin bölümünü ayıran cam kapıya yapıştı. Diğerlerinin onu 'en küçük sensin' diyerek iteklediğini anlamak hiç zor değildi. Cama yapışmanın şokunu atlatmaya çalışan Do Woon onu çoktan fark ettiğimizi anlayıp kendini toparladı ve mahçup bakışlarla içeriye girdi. Genelde benimkinin iki katı uzunluğunda adımlara sahipti ancak şimdi zorla yürüyormuş gibi çeyrek adımlar atıyordu.
Gözlerinin üzerine düşen kahverengi saçlarını uzaklaştıran Do Woon şirin bir görüntü oluşturmaya çalışarak gülümsedi ve "Günaydın sunbae." diyerek Kyu Hyun'u selamladı. "Bugün nasılsın? İyi görünüyorsun sunbae."
Kyu Hyun tam şu an Do Woon'a 'fırtına öncesi sessizlik' bakışlarını atıyordu. Do Woon'un da bunu bildiğinden emindim, kafasını eğmişti ve doğruca yere bakıyordu.
Kyu Hyun birkaç kez dil şaklattıktan sonra tekerlekli sandalyeden gıcırdatarak kalktı ve ellerini cebine atarak genç arkadaşımıza doğru yaklaştı. Ona vuracak mıydı? Tanrım...Bu iş gittikçe daha eğlenceli bir hal alıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Enchanted | ChanBaek
FanfictionYaşam dediğimiz şey günümüzdeki çoğu insanın yaptığı gibi hoş çocukluklar geçirip daha sonra öğrenim hayatına başlamak ve yıllarımızı alan eğitim hayatlarımız bittiğinde öleceğimiz zamana kadar para kazanmak için hayatlarımızı ortaya koymaktan ibare...