Bölüm 2 -SU

850 33 4
                                    

Eve gittiğinde her zamanki gibi onu üvey annesi gülen bir yüzle karşıladı. Bu kadın gerçekten bir melekti. Kim demiş üvey anneler kötü olur diye. Yalan!

Gidip üvey annesini yanağından öptü ve gülümseyerek çantasını yere atarken kadının elindeki tabakları alıp masaya ilerledi. Koltukta oturup gazete okuyan babasına selam verirken masaya elindeki porselen tabakları güzelce yerleştirdi. Finn eve daha gelmemişti. Büyük ihtimalle Rachel’ı bırakacaktı. Yani yarım saate gelirdi. Kimseye bir şey demeden çantasını alıp odasına çıktı. 

İlk önce banyoya girip güzel bir duş aldıktan sonra üzerini giyindi. Evde olduğu için saçlarını yapmamıştı. Islak saçları alnına düşmüş ve uçlarından sular süzülüyordu. Aldırmadı.

Finn akşam yemeğine yetişmişti. Sessiz sakin bir yemek geçirmişlerdi. Babası Kurt’e neden geç geldiğini sordu ve Kurt umursamaz bir tavırla cezaya kaldığını, cumaya kadar her gün okulda fazladan bir saat geçireceğini söyledi. Burt bu durumu iç çekip karısına üzgün bir şekilde bakarken Kurt sadece tabağıyla ilgilendi.

Ertesi sabah kahvaltı yapmadan evden çıktı. Aslında kimse uyanmadan evden çıkmıştı. Eşofmanlarını giyinmiş ve o gün giyineceği giysileri çantasına koymuştu. Okulun futbol sahası bu saatte boş olurdu. Yani koşmak için iyi zaman. Çantasını bir köşeye attı ve kulaklıklarını takarak koşmaya başladı.

Nefes önemliydi. Koşarken düzgün nefes alıp verirsen daha uzun süre koşar ve daha az yorulursun. Müziğin sesi Kurt’ün kalp atışlarını duymasını engelliyordu. Güneş yavaş yavaş futbol sahasına vuruyordu. Tribünlerde bir çocuk onu izliyordu. Dünkü, cezada ki çocuk. Neden sürekli onun peşindeydi? Nefesinin kesildiğini hissedince durdu ve eğilerek dizlerini tutarken kulaklıklarını çıkardı ve derin derin nefes almaya başladı. İşte bundan bahsediyordu. Doğru nefes alırsan daha uzun koşarsın. Kurt doğru nefes almamıştı. 

Birkaç saat sonra öğle yemeği için yemekhaneye girdiğinde hemen hemen tüm masalar doluydu. Tam cam kenarındaki bir masaya gidecekken Finn ona seslendi ve kendi masalarına çağırdı. Kurt itiraz etmeden gitti. Sarışın bir kızın –sanırım adı Quinn’di- yanına oturdu. 

Kimse ona aldırmıyordu ve konuşmaya devam ediyordu. Çaprazında sürekli olarak karşısına çıkan çocuk vardı. Kurt kimseyle konuşmadan yemeğini yemeye devam etti.

“Haftanın son günü yapacağımız grup performansı fikri olan var mı?” diye mırıldandı bir kız, bir süredir sessiz olan masada. Herkes onayladı. Kurt onlara hafifçe güldü.

“Yani en iyi bildiğimiz konu bu değil mi? Arkadaşlık. Ama düzgün bir şarkı bulamıyoruz” hah! Bu kızı tanıyordu işte. Mercedes. Sesi oldukça iyiydi. Kurt onu okul müzikalinde dinlemişti. 

“Grup performansından kastınız, Finn ve onun küçük kız arkadaşının söyleyeceği bir şeyler mi, yoksa gerçekten hep birlikte söyleyeceğiniz bir şeyler mi?” iğneleyici bir tonda, dudaklarındaki hafif tebessümle konuştu. Masadakilerin onun konuşmasına mı, yoksa söylediklerine mi şaşırdıkları belli değildi. Aralarından biri gülmeye başladı. Bu çocuğu da biliyordu. Sık sık Hummel-Hudson evine gelirdi. Finn’in en yakın arkadaşlarından biriydi. Adı neydi? Superman gibi bir şeydi. Masanın geri kalanı hiçbir şey diyemedi. Sadece kahkahalarla gülen tuhaf saçlı çocuğa bakıyorlardı.

“Bu arada We Are Young’ı söyleyebilirsiniz. Güzel bir şarkıdır” dedi herkesi yeniden şaşırtarak, “Her neyse…” diye iç geçirdi Kurt ve masadan kalkamadan önce Finn onun durdurdu.

“Bugün yine cezan mı var?” Kurt ayakta masadaki tepsisini tutuyordu. Finn’e baktı.

“Evet. Bir saat. Ama eve biraz geç geleceğim babam ve annenin haberi var. Yani beni bekleme” diyip tepsisini alıp masadan uzaklaştı.

“Tanrım! Sen onunla nasıl aynı evde yaşıyorsun Finn?” diye burnundan soludu Blaine. Finn bir şeyler söylemeden önce güldü.

“Aslında evde bu kadar soğuk değil. Yani tamam yine soğuk hiç de samimi değil, babasıyla bile ama okulda daha çok değişiyor” dedi kaşlarını çatıp.

“Sorunları var belli” dedi Mercedes giden delikanlının arkasından bakarken.

“Önerdiği şarkı güzel aslında. Onu prova etmeliyiz” Rachel ellerini çırparak telefonunu çıkardı ve notaları aramaya başladı.

Hava kararmak üzeriydi. Okulda güvenlik görevlisi dışında kimse kalmamıştı ve tabi futbol sahasında koşan Kurt’ü saymazsak. Futbol sahasının dört bir yanındaki beyaz ışıklar yolun ve çevrenin görünmesini sağlıyordu. Kulağında yine kulakları vardı ve sesi sonuna kadar açıktı. Neredeyse koca sahayı yedi tur koşmuştu. Yorulmuştu evet ama son turu bitirmeliydi. Sadece biraz daha koşması gerekiyordu. Kalp atışları ve nefes alışları hızlanmıştı. Çantasının yanına kadar koştu ve kendini yere, yeşil çimenlerin üzerine attı. Kulaklarını çıkararak bir kenara fırlatırken suyunu almadığını hatırladı ve yüzünü buruşturup inledi. 

Birkaç dakika sonra kapalı gözlerinin ardında bir karanlık hissettiğinde gözlerini açtı ve ayakta, kendisine gülümseyerek bakan çocuğu gördü. Elindeki su şişesini Kurt’e uzatıyordu. Kurt ona elini uzattı. Çocuk Kurt’ün elini sıkıca tuttu ve kendine doğru çekti. Kurt aldığı destekle yatığı yerden kalkarken çocuğun diğer elindeki su şişesini aldı ve çocuğa atığı bakışlar altında suyu yarıladı. Evet, bu su iyi gelmişti. Kapağı kapatıp şişeyi geri uzattı.

“Teşekkürler” diyip onu baştan aşağı süzdü. Şu Glee’deki çocuklardan biriydi. Evet, evet, geçen günkü cezasında aynı sınıfta olduğu çocuk. Aslında yakışıklı. Başını salladı ve içinden kendine gelmesini emretti.

“Önemli değil” dedi çocuk aynı sırıtışla. Gözleri Kurt’ün üzerindeydi, dudaklarında hafif bir gülümseme vardı. Kendinden emin bir gülümseme. Kurt birkaç saniye gözlerini onun üzerinden çekmedi. 

“Her neyse…” diyerek eğildi ve çantasını sırtına asarken çocuğa döndü. Yapmacık bir şekilde gülümseyerek sahanın çıkışına doğru ilerlemeye başladı.

“Hey! Ben Blaine bu arada!” diye bağırdı çocuk Kurt’ün arkasından. Kurt arkası dönük olduğu için minnet duydu. Çünkü yüzünde istemeden oluşan gülümsemeyi görmesini istemezdi.

Can't Take My Eyes Off YouHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin