bu diğerinden azıcık daha uzun
yhei
çabaladım tamam mı? olmuyor işte. tamamen umutsuz vakayım ve bu beni çıldırtıyor. bir buçuk ay daha sabredip onu görmezden gelecek ve çin'e dönecektim. taeyong'dan yardım istemem bile saçmaydı. aşırı saçma. zaten o ne anlardı bu işlerden? kendisi bile söylüyordu.
bırakmalıydım. bu partiye gelmemeliydim. böyle bir şey yaşanacağını tahmin etmeliydim. ne olursa olsun —birbirlerini pataklasalar bile— onlar sevgiliydi ve benim bu ilişkide yerim falan yoktu.
tuvalete girdiğimde içerideki çocuk bana tuhafça bakıp çıktı. o sıra aynadaki görüntümle karşılaştım. terlemiştim. gözlerim kızarmıştı ve dokunsalar ağlayacaktım. kesindi bu.
buz gibi suyu suratıma çarptım birkaç kez. iyi gelmiyordu. kulaklarım da kızarmıştı, yanıyordum. buradan def olup gitmek en doğrusuydu belki de. nasıl düşüneceklerini umursamadan gitmeliydim. evet. güçlü görünmek için bir taraflarımı yırtmaktan yorgun düşmüştüm. değildim işte. tüm gücümü emmişti lanet olası pislik.
"ağlamıyorsun ya?" alaylı ses tonunu işittiğimde gözlerimi devirdim. bakmamakta diretiyordum. arkamı da dönmeyecektim. vazgeçtim tamam mı, beni güçsüz görmesini falan istemiyordum. fakat o beni zorlamaya kararlıydı.
dokunsalar ağlarım demiştim, eli omzumdan ayrılmıyordu. dayanamadım ve tüm gücümle ittirdim bedenini. tuvaletin kapısına çarptı. o sıra bir küfürle akmaya başladı gözyaşlarım. çocuk değilsin sen, içten içe sayıkladığım tek şey buydu ama insanlar sinirden de ağlıyorlardı. hem benim canım da acıyordu.
"bak, suratın şekle giriyormuş!" acıyla buruşturduğu suratını işaret ediyor ve sinirle gülüyordum. burnum akacaktı, hissettim fakat jungwoo bir şey demeden tekrar bana doğru yürüdü ve "kafayı mı yedin?" diye mırıldandı usulca. bu ses tonunu sevmiyordum. bu ses tonundan nefret ediyordum. seni öyle değerli hissettiriyordu ki; ama biliyordun bir çöple eşdeğer olduğunu.
"neden, korktun mu?" tekrar güldüm ama artık bağıramıyordum. hıçkırıklarım ve çatlayan sesimle zavallı gibiydim işte. kendimi rezil ediyordum.
bana tekrar dokunmasını engellemek için yere çöktüm, sırtımı duvara yasladım. tepemde dikiliyordu öylece. şu an mantıklı düşünüp bir çıkış yolu bulma zamanıydı. evet, böyle düşünüyordum ama birden konuşmaya başladı.
"bir buçuk ay sonra stajın bitiyor. def olup gidiyorsun ve gelmiş karşımda beni sevdiğin için ağlıyorsun. yukhei sence mantıklı mı davranıyorsun?"
sinirle kalkıp ona yaklaştım. "sevgilin olmasına rağmen peşinde koştum, sence mantıklı mıyım? mantıklı olsam aşık olmazdım. kim sana aşık olsun jungwoo?"
tuvalet sessizliğe gömüldü. sonra birden bahsettiği şu mantık geldi çattı. empati denen bok etrafımda cirit atıyordu. gözlerim bu sefer sinirden değil üzüntüden doldu ama bir damla bile akmadı. ifadesiz suratına karşı öylece kalakaldım.
"seninle birlikte olacağım." diye fısıldadı. birkaç saniyeliğine kapattığı gözlerini açmış dümdüz gözlerimin içine bakıyordu. bir iki adım attım arkaya, sırtımı duvara dayadım. başından beri mantıklı olan jungwoo'ya bırakmaya karar verdim her şeyi tam olarak o an.
ona dönebileceğimi söyleyebilirdim. ama bedeni benimkiyle arasında santimler bırakmışken ve bu sefer pozisyon aramaksızın dudaklarımızı birleştirmişken buna gerek duymadım. kollarını belimin etrafına sardı. tüm bu yoğunluğu az önce erkek arkadaşıyla öpüşüyorken de barındırmış mıydı? ve o zaman da sert miydi? dikkat edememiştim de. dayanamamıştım. bana özel olsun istiyordum tümü.
jungwoo'yla kıytırık bir bar tuvaletinde —aslında öyle değildi— temastan fazlasını yaşıyorken ikinci bir karar daha aldım; kesinlikle dönecektim. hayatta plan yapan biri değildim ve kendimi tamamen babama bırakmıştım fakat bir şeyler için çabalayacaktım. onunla birlikte olmak için.
ne istemiştim ki? birkaç ay süren bir aşk yaşayıp mezun olduktan sonra def olup gitmeyi mi? onu ardımda bırakabilecek miydim? işte, jungwoo —inanamasam da— bunları ikimizin yerine de düşünmüştü. onunla yattığımda ya da beni berbat hissettirdiğinde onu atlatabileceğimi düşünmüştü. ikimizi de korumaya çalışmıştı.
bir an tüm bunları abarttığımı ve bir şeyler kurmaya başladığımı düşündüm. dediğim gibi sadece bir andı. beni kendinden ayırdığında ve "bir ergen gibi davranmandan nefret ediyorum." dediğinde ardından gelen gülümseme emin olmamı sağladı. sanırım bu ilkti. bana gülmesi. bana böyle gülmesi. bana böyle güzel gülmesi.
daha sonra —tuvaletten ayrılmadan önce— kendi kendime onu kırmayacağıma dair söz verdim.
şimdi sövdüğünüz jwoo'yu sevgiye boğma zamanı!
ŞİMDİ OKUDUĞUN
dependent on you
Fanfictionyou're sticking to the rules but i don't care. why'd you gotta act so unaware? secretly you're proud of it what i have become. i'm unable to run.