jwoo
kahvesini masaya koyduğumda su sesi kesildi. odama geçip yatağın üstündekileri giymesi için bağırdım.
dün gecenin garip havasından sıyrılabilmiştim. hayalle gerçeği ayırt edemeyen hasta ruhlu bir salağa dönüştüğümü düşünüyordum. korkmuştum. aklım başımda mıydı bunu bile bilmiyordum. fakat ilerleyen saatlerde bunu aşmama yardım etmişti. çok nadir hissettiğim bir şeyle dolduğumu hatırlıyorum; huzur deniyor ona.
ayaklarını parkeye sürte sürte yürüyor, kafamı telefondan kaldırıp mutfağa gelene kadar izliyorum onu; tezgaha yaslanıp kollarını göğsünde birleştiriyor. çin'de spora devam etmiş olmalı, daha iri görünüyor.
"her şeyi dökülmemi istiyorsun değil mi?" mırıldandıktan sonra kafasını sallıyor aklımdan geçenlerden adı gibi eminmiş gibi. gülümsüyorum. "özledim seni yukhei." bilmiş ifadesi anında yok oluyor ve aralık ağzıyla bakakalıyor suratıma. "ne dedin sen?"
ona cevap vermiyorum. önüme dönüp tekrar telefonuma eğiliyorum seungwan'a mail atmak için. o sıra bunu atlatıp kahvesini alıyor ve bir tabure çekip yanıma oturuyor. "sözde erkek arkadaşın senin yalnız kalmak istediğini söyledi ama," kafamı kaldırmamak için büyük bir çaba sarf ediyordum ki "dün gece hiç de öyle görünmüyordu." diye tamamladı cümlesini. kaşlarım çatıldı. bunu kullanacaksa en başından söylemeliydi.
ağzımı araladım ama konuşmama izin vermedi. "en başından beri beni kıvrandırdın jungwoo!"
"erkek arkadaşım olmasını önemsemiyordun ki!" sırıttı. "deli gibi kıskanıyordum." gözlerimi devirdim. "aptalca bir konuşma yapıyoruz." dün gecenin üzerini berbat bir şekilde dolduruyorduk gerçekten.
"neyse, zaten bunları konuşmak istemiyorum." gözüm salondaki sehpanın üzerindeki dolu şişeye kaydı bir an. iç çektim ve maili boş verip ona döndüm.
"döndüğün için mutluyum. beni haksız çıkarttığın için de."
gülümsedi. gözlerinden taşıyordu hisleri. ruhum çekilmiş gibi baktığıma emindim, kafamı eğdim. "aslında güzel bir sürpriz planlamıştım ama hava şartları..." dudak büktü fakat bu bir saniye falan sürdü çünkü engel olamıyordu gerilmelerine. onu gözardı etmek için çabalayıp kahvemi bitirdim. sonra bir kupa daha doldurdum.
"yemekten önce mideni böyle mi şişiriyorsun cidden?" omuz silktim. "dolap bomboş." evde sadece uyumak için bulunuyordum, bu normaldi.
biraz daha ayakta dikildim, göz ucuyla yukhei'ye baktım. bakışları salonu tarıyordu. endişeli gibiydi. işte, normal olmayan bir şeyler.
"pizza söyleyeceğim, salona geçelim tamam mı?" sabahın onunda pizza yiyeceğimiz için itiraz etmedi ve usulca kanepelerden birine geçip önüne bir yastık aldı.
"sorun ne?" karşısına oturdum.
"sorun yok, sadece... bilirsin, aklımda bir şeyler var ama hala biraz çekiniyor sayılırım." güldüm. "dün geceden sonra bile mi?" diye de takıldım. yastıklardan birini fırlattı.
"babama senden bahsettim." gülümsemem düştü ve öylece suratında asılı kaldı bakışlarım. tepkimi izliyordu; yutkunabilmek için büyük çaba harcadım. hakkımda gram fikri olmayan çocuk gidip babasına beni anlatmıştı ha?
"seni evlatlıktan mı reddetti?" gülmeye çalıştım. tavrımdan ödün vermemeliydim, bocalamak bana göre değildi. bir şeyler ne zaman yolunda gitmişti ki?
"işte bundan bahsediyorum, neden bir şeylerin hep kötü tarafını görüyorsun?"
"kötü taraflarını görmüyorum; olası taraflar bunlar yukhei. gerçekçi olanlar." kahkaha attı. sonra "o zaman şansına küs jungwoo," dedi alayla. "babam seninle tanışmak için deli oluyor!" ona sadece baktım. bomboş. hareket etmeye başlayan bulutlar havanın kararacağı haberini veriyorken kapının önünde babamı beklediğimi hatırlıyorum. dizlerimi kendime çekmiş, etrafına kollarımı sarmışım. bomboş bakıyorum. bulutlar geçip gidiyor. babam gecenin bir vakti çalıştığı fabrikadan dönüyor ve hiçbir şey demeden kapıyı çalıyor; annem ikimizi de eve alıyor.
"jungwoo?"
"başka bir şey demedi mi baban?" suratı düşüp aşağı bir moda bürünüyor. bana hatırlattıklarının farkında sanki.
"staj yaptığım ajanstan olduğunu söyledim. sonra seninle ilgili bir şeyler duymak istediğini söyledi ama biliyorsun..." ona 'benimle ilgili bir şeyler' anlatmamıştım.
gülümseyip "ona yaşımı söyleseydin ve sübyancı bir geyle ne işin olduğunu sorsaydı sana." diye takıldım. bu onu güldürmedi.
"babama senden bahsetsem nasıl bir tepki verirdi acaba..." histerik bir şekilde gülmeye başladım. yukhei oturduğu kanepeden kalkıp yanıma geldi. "kötü bir ailen vardı değil mi?" diye mırıldandı. "sana kötü şeyler yaptılar, değil mi?"
"onlar ailem değildi." omuz silktim. anlamsızca —ama deli gibi anlam arayan bakışlarla— bakıyordu. birden ona her şeyi anlatmak istedim. beni on aylıkken aldıklarını, annemin beni hiç sevemediğini, babamın ise her zaman pasif kaldığını... belki bana sevgi verebilirdi fakat annem buna izin vermemişti. onun hayalindeki gibi bir çocuk değildim. yanlış beşik olduğumu söyler dururdu. güzeller güzeli bir kızı olsun istemişti. her şeyi buna göre ayarlamıştı. bu yüzden erken çocukluk dönemime kadar böyle yetiştirdi beni. daha sonra ise —çocukluktan ergenliğe geçiş yapıyorken— zarif ve naif tavırlarım yüzünden deli oldu.
annem sıklıkla delirirdi. benim yüzümden. bundan keyif aldığım zamanları hatırlıyorum.
"ortada bir sevgi varsa aileden söz edebiliriz," dün geceden beri perdeleri açık olan pencereden ona çevirdim bakışlarım. "biz birbirimizi sevmezdik."
"tamam bak şöyle yapalım," neden geriliyordu anlamıyordum; böyleyken her cümlesinden önce dudaklarını ıslatıyordu. dikkatli bakışlarım suratındaydı. konuşmaya devam etti. "babam ve ben seni sevdiğimize göre üçümüz bir aile olabiliriz. annem ben ilkokula gidiyorken öldü, bu yüzden hala bir annen yok ama bence ben yeter de artarım bile." kafamı iki yana sallayıp hafifçe güldüm fakat aynı zamanda onu öpmek için yaklaştığımdan bunu görmedi, tamamen dudaklarıma verdi tüm ilgisini. zil çalmasa buna devam edecektik.
"biz düşünmesek de pizzacı midemizi düşünüyor." kaybolan sırıtışı tekrar dudaklarında belirdi.
fakat gelen pizza değil ten'di.
yukhei'ninkinden tamamen uzak —oldukça pis— bir sırıtışla suratıma bakıyordu. "seungwan izin aldığını ve ölüp ölmediğini kontrol etmemi söyledi."
"ölmüş olsaydım ona mail atamazdım." gözlerimi devirip kapıyı kapatmaya yeltendim fakat o sıra pizzacı da göründü.
"ah, naber myungcha?" ten pizzacı çocuk için daha farklı bir sırıtış takındı ve benim içeri geçmemi, birazdan geleceğini söyledi. pizzaları alıp salona geçtim.
"davetsiz misafir."
yukhei alayla "erkek arkadaşın mı yoksa?" diye gevelediğinde pizza kutularını sertçe sehpaya bıraktım ve ten bölmeden önceki pozisyonumu alıp onu öpmeye kaldığım yerden devam ettim. çabuk toplardı ama afallama süreçleri hala uzundu.
"yah yah yah kesin şunu." ten omzumdan tutup arkaya doğru çekiştirdi bedenimi. bu sefer —ikisi de aptal gibi bakıyorken— ben sırıtıyordum.
"sanırım artık kahvaltı yapabiliriz."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
dependent on you
Fanfictionyou're sticking to the rules but i don't care. why'd you gotta act so unaware? secretly you're proud of it what i have become. i'm unable to run.