jwoo
heyecanlı tavırlarına karşı bir gülümseyiş ben istemeden dudaklarımda belirdiğinde gözlerini dikerek bana bakmaya başladı.
"ne var?" tek kaşımı kaldırarak sordum. bu sefer kaçırdı bakışlarını ve omuz silkti. böyle küçük şeylerden etkilenmesi hem komik geliyor hem de ona karşı yumuşamama sebep oluyordu.
yumuşayamazdım, yumuşamamalıydım. fakat sonra 'zaten gidecek' kafasına girmiş ve boş vermiştim. işte, şimdi de beni getirmek için deli gibi ısrar ettiği yerdeydik. bir çaycıda. 'çaycı deyip geçme' demişti alay ettiğimde. memnuniyetsiz görünüyordum muhtemelen çünkü bu mekana ulaşmak için berbat yerlerden geçmiş ve boğucu bir ara sokağa girmiştik. seyyar yemekler satan boğucu bir ara sokağa. koku katlanılmazdı. sürekli kaşlarım çatılıyordu ve biz en sonunda dayanamayıp içeri geçmiştik. kabul etmek gerekirse harika bir yerdi; böyle harika bir yerin konumu beni hayal kırıklığına uğratmıştı.
"sen nereden biliyorsun burayı?" siparişleri verdiğimizde sordum. şu alışıldık sırıtışı geldi yapıştı suratına. aslında onunlayken biraz geriliyordum, kızıyordum kendime bu yüzden.
"kore'ye geldiğim ilk sene hazırlıktayken bir arkadaş getirmişti." etrafa bakınıp —gözlerinin içi neden gülüyordu anlam veremedim— yoğun ve yumuşak çay kokusunu içine çekti. her kültürden çeşit çeşit karışım vardı; mest ediciydi.
"aklından çıkamamış anlaşılan." bu sefer ben gezdirdim gözlerimi mekanda şöyle bir. yine gözlerini üzerime dikmişti, hissedebiliyordum.
"aslında ajanstaki dolabını gördükten sonra aklıma geldi." bir çırpıda ona döndüm. "dolabımı mı karıştırdın?" masumca kafasını iki yana salladı. "seungwan bir şeyler istemişti ve sen de ortalarda yoktun." gözlerimi devirdim. kahve bir ihtiyaç olsa da çay benim lüksümdü. birkaç kutu saklıyordum dolabımda. acil durumlar için.
"yatıştırıcı özelliğini kimse inkar edemez." bana güldü ama somurtmaktan alıkoyamıyordum kendimi. sonra uzanıp işaret parmaklarıyla dudağımı iki yandan çekiştirdi; kendi yaptığı şeye deli gibi güldü. benden dört yaş küçük birine kalbimin böyle hızlanmasına katlanamıyordum. o sıra çaylarımız geldi.
"aslında gitmeden önce seninle olabildiğince vakit geçirmek istiyorum." birden durgun bir havaya büründü. çayın demlenmesini bekliyorduk. gözlerim demlikte, öylece yüzen ot parçalarındaydı.
"seninle ilgili bir şeyler öğrenmek, anılarımızı paylaşmak falan bilirsin işte. bayıyorum yine değil mi?" kendi kendine güldü. ifadesizdim. sonrası için hiç konuşmamıştık. ikimiz de bundan kaçınıyorduk ve doğum günü gecesinden sonra aramızda sessiz bir anlaşma var gibiydi. bile bile kötü sona gidiyorduk. bunu engellemek için elimden geleni yapmıştım fakat yukhei işte, sınırlarını sonuna kadar zorluyordu.
sessizlik sürüyorken ikimize de çay doldurdu. rooibos chocolate heaven. yumuşak bir karışım.
demliği takip eden bakışlarım sonunda pes etti ve ona diktim gözlerimi. "gidene kadar sakın depresif havaya bürüneyim deme, seni öldürürüm."
"seninle aramız iyi olduğu sürece depresif olmayacağım!" sırıtışı hala oradayken fincanından bir yudum alarak bozdu bunu. bazen 'ben ne yapıyorum' diye düşünüyordum ve bu kısa sürüyordu fakat bugün ciddi ciddi üzerime yapışıp kalmıştı bu soru. kalp kırıklıklarını geçmişte bırakmış biriydim, şimdi yeni yetme bir tip yüzünden karalara bağlamam olanaksızdı herhalde.
"suratın neden hep böyle ifadesiz merak ediyorum." dikkatle suratımı izliyordu. neyse ki çok kalabalık bir yer değildi çünkü bakışlarını bir aptal bile şıp diye anlayabilirdi. gülümsedim ona; ardından tavırlarının istemsiz aksayışını izledim. ne zaman gülümsesem içinde küçük depremler oluyordu sanki ve bunu saklayamıyordu. ya da o —bana— oldukça açık biriydi.
"yaşlanmaya başladığında böyle oluyor, tepki vermeye eriniyorsun." hahladı.
sonra kendinden bahsetmeye başladı. tek çocuktu. cidden her istediği yapılmıştı. bölümünü sırf havalı olduğu için seçmişti —yeteneği vardı, kusursuzdu— ve staja başlayana kadar tam bir playboy olduğunu iddia ediyordu. onu dinliyordum ama aynı zamanda sıranın bana geleceğinin bilincinde olduğumdan gergindim. kendimden bahsetmek sevmediğim, kaçındığım bir şeydi.
"senin kardeşin var mı?" kafamı iki yana salladım. konuşmamak için çay yudumlayıp duruyordum ve çoktan fincanım boşalmıştı.
şaşırdım fakat beni anlayışla karşıladı. muhtemelen gerildiğimi de fark etmişti. bunun hakkında veya benim hakkımda konuşmadık.
"sadece bir şeyi çok merak ediyorum." yukhei'den bahsediyorduk, dayanabilir miydi? gözlerimi devirmemek için kendimi zor tuttum.
"açıldığında kötü tepkiler mi aldın?"
"açılmadım." suratıma aval aval bakıyordu. sonra derince bir nefes alıp bıraktım ve "bunu rahatça yaşamam herkese anlattığım anlamına gelmiyor. ailem de bilmiyor." dedim. yapayalnız olduğumu anladığında afalladı. yerimde kıpırdanıp yutkundum. kendimden taviz veriyordum. bunu acilen kesmem gerekiyordu.
suratımı normalden daha düz ve soğuk bir hale sokmak için çabalamam gerekmedi. o da fincanını bitirdiğinde kalktık ve hesabı ödeyip çıktık.
ben bunu güzelce kontrol edecektim ama sabah uykulu kafayla bir kez okuyup(?) bıraktım. umarım anlaşılır yazmışımdır ne diyeyim

ŞİMDİ OKUDUĞUN
dependent on you
Fanfictionyou're sticking to the rules but i don't care. why'd you gotta act so unaware? secretly you're proud of it what i have become. i'm unable to run.