61

309 41 35
                                    

jwoo

arabayı park ettiğim sıra yağmur yağmaya başladığını fark ettim. kısa bir andı, fazla düşünmedim, bilgisayar ve evrakları arabada bırakıp dışarı çıktım ve alelade yürümeye başladım; ellerim ceplerimdeydi. bu —yağmurda yürüme isteği— yağmurda yürümenin verdiği romantik ve saçma sapan hisler için değildi; daha derinde düşünmeme yardımcı olduğundandı. her şeyi düşünebilirdim; gün içinde geriye attığım, düşünmek istemediğim ve beni endişelendiren her şeyi.

sonbahar geleli birkaç gün oluyordu. yaz çabucak bitmişti. bu normalde beni mutlu eden tek şey falandı çünkü sıcak havada ajans çekilmez bir yere dönüşüyor ve soğuk havayı iple çeker bir hale geliyordum.

istemeden oldu. onu hayatıma sokmamalıydım. yazın bitmesi beni mutlu etmedi.

en azından kendimi koruyabildiğimi sanmıştım. çin'e döndüğünde her şeyin bu hale geleceğini biliyordum, buna adım gibi emindim. her şey beklediğim gibi oluyorken hislerim neden benden bağımsız anlam veremiyorum.

"üşüteceksin yavrum!" sesin geldiği yönü arıyorum, ikinci kattan yaşlı bir kadın endişeyle bana bakıyor. gülümsemeye çalışıyorum. "sorun yok efendim."

"bu gece fırtına çıkacağını söylüyorlar. bir an önce evine dön de fırtınaya yakalanma." kadına hala öylece bakıyorum. burnum sızlıyor, muhtemelen üşütüyorum.

vazgeçmiyor. "kapıda mı kaldın? gel de sana bir kase çorba vereyim evladım." diyor sevecen bir tonda. bunu hissettiğim diğer bir seferi hatırlamaya çalışıyorum; bulamıyorum. annemin tercih etmediği bir tondu. canı istediğinde yemek yapardı ve sen şanslıysan orada olur, bir şeyler kapmaya çalışırdın.

"biraz hava almak istemiştim, şimdi evime dönüyorum. teşekkür ederim efendim." o sağanak yağmurun altında saygıyla eğiliyorum. minnetim bile içten. kadın arkamdan dikkatli olmam için bağırıyor. evime dönüyorken ise yaşlar gözlerime dayanıyor, tek damla bile akmıyor. her şeyin üst üste bindiğini, aslında ayırdığında o kadar da ağır şeyler olmadığını düşünüyorum.

arabadaki eşyalarımı alıp asansörle eve çıktığımda yaklaşan fırtınanın korkutucu sesleri kulağıma ulaşıyor. eve giriyorum. karanlık ve sessiz. ten gittiğinden beri böyle. normalde televizyon izlenmiyor olsa bile açık olur ve dışarıdan söylenmiş yemeğin kokusu tüm eve sinerdi. bir iç çekişle yürürdüm odama. camı açması için bağırırdım.

bunları hemen hemen her gece yaşıyor olduğumuzu düşününce irkildim.

***

evirip çevirdiğim telefonu uzak bir köşeye itekledim. duş alıp üzerimi değiştirdikten sonra tüm ışıkları geri kapatmış ve perdeleri açmıştım. göz yormayan aydınlıkta mutfaktaki taburelerden birine tünemiş büyük pencereden dışarıyı izliyordum. sonra salonun tekrar dağılmış olduğunu fark ettim; öncesinde bunu sadece ten'e yıktığım için biraz kötü hissettim. mutfağın da aşağı kalır yanı yoktu.

ten'in yokluğunu düşünerek yukhei'yi aklımda gerilere itmeye çalıştığımı köşedeki kalemi gördüğümde anladım. çalışmak için geldiğinde dişlediği kalemdi bu. kötü huy, demiştim. gözlerimi devirip kalktım; buzdolabını biraz kurcalayınca aşağılarda kalan tek bira şişesini buldum, ten'indi.

saçma sapan ruh hallerimden biri geldiyse onu tamamen yaşayıp da öyle def etmeliydim. böylece canımı sıkan şeyler bunu tekrar yapamayacaklardı. küçükken de böyleydim; ağlamazdım fakat nadiren gelen yıkıcı modlarımı sonuna kadar yaşardım. işte o zamanlar beynim zonklayana kadar ağlardım.

şimdilerde bu işler biraz farklı yürüyordu tabii. öyle deli gibi ağlamıyordum. keşke ağlayabilseydim ve çabucak geçseydi ama olmuyordu. yukhei'yi bu yüzden de kıskanmıştım; her hissettiğini dışa vuruyordu. "aptal çocuk."

kanepeye kurulup telefonla şişeyi sehpaya koydum. hala gök gürlüyordu. bugün hiçbir yer karanlık kalmayacaktı anlaşılan.

o sıra kapıyla uğraşıldığını duydum, kalktım ve sessizce girişe yürüdüm. ten'in beni bu saçma halimle görmesini hiç mi hiç istemesem de bir yanım sebepsizce mutluydu. sonunda kapıyı açmayı başaran yukhei elinde sıkı sıkıya tuttuğu anahtarla sırılsıklam olmuş halde bana bakıyorken "siktir" diye mırıldandım. sesim çatlamıştı. bu beklenmedik karşılaşma boğazımı düğümlemişti ve tek yudum bira şimdi midemi yakıyordu.

çekingenliği bir tarafa atıp iki koca adımda dibimde bitti ve kollarını sıkıca bana sardı. kazık yutmuş gibi öylece duruyordum kolları tamamen bana kenetlenmişken. yeni giydiğim giysiler de ıslanmak üzereydi.

"ölecektim, bildiğin ölecektim!" korecesi daha da bozulmuştu. şaşkınlığı üzerimden attığımda sarılışına karşılık verdim. ağlayabileceğimi düşünüyordum. yine beceremedim.

birkaç gökgürültüsünden sonra ayrıldık. kapı hala açıktı. elindeki anahtarı askılığa astı ve hızlıca kapıyı kapatıp içeri çekiştirdi beni.

"var ya dondum!"

"ne haltlar yedin sen?" kaşlarımı çattım. aynı zamanda üzerindeki ağırlaşmış giysileri çıkarmaya uğraşıyordum.

"uçağım ineli üç saat oluyor ama kimse fırtına yüzünden bu bölgeye getirmek istemedi. sonra ten'le konuştuk. bizi alabileceğini söyledi."

"anahtar hala onda mıymış?" gözlerini devirdi dikkat ettiğim kısma. aslına bakarsanız söylediklerine tamamen odaklanamıyordum. kulaklarım uğulduyordu, anlayamıyordum. ıslak kıyafetlerini bir köşeye koyarken de ellerim titriyordu. önce onları tuttu. sakin olmamla ilgili bir şeyler fısıldadı. şaka yapmıştı, donduğu falan yoktu. şunu kesebilir miydim? bakışlarımı suratına kaldırabildim sonunda. burnum tekrar sızladı, bence üşütüyordum. ellerimi bırakıp yanaklarımı kavradı, elleri buz gibiydi fakat dudakları benimkilerle birleştiğinde —onlar daha da soğuktu— tüm bunları geri plana atmaya çalıştım; attım. karşılık verdim yapabildiğim —yapabileceğim— tek şey buymuş gibi.

cevaplanması gereken milyonlarca şey öylece duruyorken tek derdimiz ısınmakmış gibi birbirimize dokunuyorduk. bendeki ısıyı onunla paylaşıyordum; bu mümkündü. bir şeyler paylaşmak kesinlikle mümkündü.

biz de paylaştık.

dependent on youHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin