#bir cenaze arabasının içinde uyuyorum#
—
20 KASIM 2014 - ULLEVAAL HASTANESİ / OSLO - NORVEÇ
Arabadan indiğimde etrafıma göz gezdirdim. 10 yaşımda ayrıldığım ev bu ev değildi. Dört katlı binanın yeni biçilmiş çim kokan bahçesinde volta atan sarışın adam bize doğru koştu. Bir anda bana sarıldı.
"Hoşgeldiniz."
Adamın sıcak tavrı karşısında ne yapacağımı şaşırdım.
"Hoşbuldum." dedim zoraki gülümseyerek. Muhtemelen evin sahibiydi adam belki de annemin yeni eşiydi.
"Gelin size evi gezdireyim." dedi heyecanlı bir şekilde.
"Henrich biz önce oturup sohbet edeceğiz Alya ile bize iki kahve lütfen. Sonra evi gezdirirsin."
"Peki hanımefendi." diyerek suratı düşen adının yeni Henrich olduğunu öğrendiğim adam koca binanın kapısından içeri geçti. Bu kadar tonton ve sevimli bir adamın bu evin sahibi olduğunu düşünmem mantıksızdı. Buraya sahip olan biri mutsuz ve sürekli çalışan biri olmalıydı yoksa nasıl sahibi olabilirdi buranın?
"Daha fazla bekleyecek miyiz burda"dedi annem.
"Hayır." sesim kendimden emin çıkmıştı buna güvenip onu beklemeden kapıya ilerledim. Kafamda deli gibi sorular dönüp dolaşıyordu. Her şeyi sormak istiyordum.
—
"Anlat bakalım"
Bu cümle beynimdeki devrenin elektriklenmesine sebep olmuş anahtarın kilidini döndürmüş gibi harekete geçirdi.
"Ne? Bunca senedir bir kere bile ziyaretime gelmedin ve nasıl olduğumu merak etmek yerine ilk cümlen 'Anlat bakalım' mı? Kamera şakası falan mı bu? Kabusta mıyım Allah'ım ne zaman uyanmam gerek?" diye suratına bağırmaya başladım. Tam ayağa kalkacakken bir anda kolumdan tutup beni koltuğa çiviledi.
"Hiçbir şeyi geriye çeviremeyiz. Ne zamanı. ne insanları, ne de yaptıklarımızı. O yüzden senden daha olgun bir olmanı bekliyorum ve düzgün bir şekilde sohbet etmek istiyorum. Bir yerden toparlamamıza ihtiyacımız var. Bunu uzun süredir planlıyorum doğru adımı atamıyordum. Benim kafam allak bullaktı kendimi anca toparlayabildim o yüzden ikimizde zorlaştırmayalım."
Hala kolumu tutan eline baktım, elini geri çekti. Sessizce kalktığım yere geri oturdum. Beni geren kasvetli oda ve perdelerin rengi sohbeti bitirmem için bile yeterliydi.
"O halde beni konuşmayalım benim hakkımda hiç konuşmayalım kendimi kontrol edemiyorum."
Suratında ufacık bir pişmanlık ve çaresizlik seçemiyordum. Oydu. Annemdi. Bedeniyle annemdi ruhuyla bambaşka biri gibi duruyordu. Dakikalarca bakışlarını süzdüm bana baktığında gözlerini kaçırmıyor ya da üzgün görünmüyordu.
"Biliyor musun keşke beni öldürseydin."
Bunu dememle dehşete düşmüştü. Bir anda suratında şaşkınlığı toparladı.
"Ne saçmalıyorsun Alya?"
İsmimi söylemesiyle daha çok alevlenen sinirimden ve suratında ilk defa yakaladığım şaşkınlıktan güç alarak ayağa kalktım. Odayı dolaştım. Beni izliyordu, tedirgindi. Acaba onu öldürmemden mi korkuyordu?
"Beni öldürseydin işte" dedim alaycı bir tavırla "Bunca yıl neyin cezasını çektiğimi bile hatırlayamadığım kadar ilaç içtim ben. Başından beri hiç deli olmamış olsam bile şimdiye kadar ki bu tüm tedavi beni delirtti anne. En çok acıtan da tüm bu süreçte yanımda kimsenin olmayışıydı. Belki de en çok beni bu delirtti. Sizin hayaliniz. Hep siz varmışsınız gibi davranmam. Bu beni deli etti anne." sesim sonlara doğru çatlamıştı. Bana hala nasıl bu şekilde boş bakabiliyordu?
"Henrich!"
"Buyrun efendim?"
"Alya'ya odasını göster. Isak geldiğinde akşam yemeğine iner tanışır. Alya bir hafta burda. Eve alışma sürecinde ona yardımcı olursunuz."
Koltuğundan kalkıp ilerlediğinde kapıda duraksadı "Yemekten sonra da odana geri çıkarsın." deyip gitti.
Henrich başımda bekliyordu. Başımı ona çevirdiğimde hala sevimliliği ile bana gülümsüyordu. Bir anda Marcus koltuğa kendini attı.
"Ne yapıyorsun?" diye bağırdım bir an ne yaptığımı fark edip Henrich'e döndüm odadan ayrılmıştı.
"Bu oda amma büyükmüş." bilmiş tavırla gülümseyerek. "Bir yerden tanıdık geliyor."
"Nerden tanıdık gelicek Tanrı aşkına? Kafamın içinde dolaşan bir hayalet yıllardır görmedğüm annemin yeni eşinin evini tanıdık buluyor. Git başımdan Marcus. Gerekirse kafamın içinden de git artık!" diye bağırınca Henrich odaya girdi.
"Bir sorun mu var efendim?"
Adam suratının sevimliliğine rağmen kaba bir aksanı vardı. Konuşma tarzı Almanlarınkine benziyordu.
"Bir sorun yok."
"Bence var. Benim gerçek olduğum konusunda şüphelerin var. Farkındayım gerçek olamayacak kadar mükemmelim ama bu kadar şüphe benim için bile fazla bebeğim."
Kafasına patlatmak istiyordum ama Henrich burdayken boşluğu tokatlamam adamı şoka sokardı. Onu korkutup kaçırmak istemiyordum. Görmezden gelmeliydim.
"Neden öyle bakıyorsun?"
Çünkü yoksun. Sen yoksun Marcus.
—
"Bu odanız."
Odaya girer girmez balkona gözüm takıldı. Mükemmeldi. Tek kelime ile mükemmeldi. Karlar ile örtülü sıralı ağaçlara bakıyordu. Nizami dizilmiş çam ağaçlarının üzerine krema dökülmüş gibiydi. Akşam çökerken batan güneşin ışınları her şeyi daha fazla güzelleştiriyordu. Ben burda ölebilirdim.
"Tedavi sürecim burda devam etse ne olurdu ki?" dedim sessizce.
"Bence bir sıkıntı yok." dedi Henrich gülerek.
"Keşke annem için de olmasa." dedim suratım düşmüştü.
"Annenizin sizi özlediğinden eminim. Çok sıkıntılar yaşamış biri duygularını iyi saklayabilir." bilgece konuşarak gülümsedi.
"Umarım öyledir Henrich."
"Ben sizi manzaranız ile baş başa bırakayım efendim."
"Bana Alya diyin lütfen."
Başını eğip gülümseyerek kapıyı ardından kapadı. Çok fazla klişenin ortasına düşmüş gibiydim. Elimi alnıma dayadım başım dönüyordu. Bu manzara başımı döndürüyor olabilir miydi? Çok saçmaydı.
"Başını döndüren benim. İçindeki ruhunu emerek seni yok edeceğim." deyip kötü kahkahalarını daha da yükseltti.
"Marcus şunu kes!"
"Ah, bebeğim! Seni deli etmeyi mi kesmeliyim?"
Parmağımı uzattım yanağına dokundum. E.T. filmindeki uzaylı gibi hissettim kendimi. Aklımı okumuşçasına kendini çekip parmağını parmağıma uzattı.
"E.T." deyip gülümsedi.
Keşke zihnimden bana daha yakın olabilen bu kişi gerçek olsaydı. Çok fazla aseksüel düşüncelere kaymadan içimdeki sesi susturdum. Bakışlarının masumluğu beni etkiliyor onu kovmam için bir sebep vermiyordu. Başımdan gitmesini istiyordum. Bir hayalet bu kadar güzel olabilir miydi?
"Neden olmasın?" dedi.
"Hiçbir zaman birlikte olamayız. Hiçbir zamanın evresinde. Hiçbir paralel evrende."
"Bunu sadece istersek başarabiliriz." dedi.
"Seni kendi uydurduğum bir sanrıdan başka bir gerçeğe nasıl dönüştürmemi bekleyebilirsin?"
"Belki başka bir evrene yerleşerek." Tatlı gülümserken elim yanağına kaydı. Dokunuşum onu gerçekçi kılıyordu. Eğer annem şuan odaya girecek olsaydı beni hiç düşünmeden kliniğe geri yollardı. Haklıydı da. O da elini yüzüme uzattı. Baş parmağı ile elmacık kemiğimi okşarken konuştu.
"Alya belki de beni ikinci kez bile öldürebilirsin bu bakışlarınla."
"İkinci kez mi?" Elimi çektiğimde onun eli hala yanağındaydı.
"İkinci kez." dediğinde kapı açıldı. Henrich balkona ilerledi. Marcus'un elini itip odaya girdim.
"Akşam yemeğine çağırmam için anneniz gönderdi."
"Peki, hemen geliyorum." Marcus gülen suratıyla bana bakarken konsantre olamıyordum.
Henrich odadan çıkıp kapıyı kapadı.
"Ne var ne gülüyorsun?"
"Beni hatırlayabilmeni isterdim." Balkonun korkuluğuna yaslandı. Daha sonra korkuluğun üzerinden atlayıp arkasına geçti. Şimdi bacakları boşlukta sallanıyordu.
"Ne yapıyorsun?" dedim. Düşecek gibi duruyordu.
"Gerçek olduğumu kanıtlamaya çalışıyorum."
"İyi o halde atla." dedim yalandan blöfümle.
Ellerini korkuluktan çekti. Bu kez elleri de boşluktaydı. Ne yaptığımı anlamadan ellerinden tuttum.
"Marcus!"
"İçindeki katili yavaşça öldürüyorum." gülümsemesi yüzüne yayıldı.
"İçimdeki katil mi?"
Kapı tekrar açılınca ellerini bıraktım. Odaya koştum.
"Anne?"
"Kaç defa yemeğe çağırılman gerekiyor gelmen için?"
"Özür dilerim, hemen geliyorum." Son kez başımı balkona çevirdiğimde gitmişti. O, yoktu. Hala umut beslemem dünyanın en saçma mantıksız şeyiydi.
"Neye bakıyorsun?"
Odadan çıkarken konuşmaya devam ettim. "Buranın manzarası gerçekten çok hoş." Gülümsedi.
"Beğenmene sevindim. Gel Isak ile tanış."
Yemek masasına ulaştığımızda Isak'ın mavi ışıldayan gözleri bu mesafeden bile fark ediliyordu. Koyu kahve ve kıvırcık saçları alnın kadar dökülüyordu. Elini uzattı.
"Memnun oldum Alya, ben Isak." Üvey babam.
"Ben de memnun oldum. Eviniz gerçekten çok hoş." demekten kendimi alamadım. Başını öne eğip utanır gibi gülümsedi.
"Aslına bakarsan burası Ebru'nun yani annenin evi."
Bir an şaşkınlığımı gizleyemedim. Açık kalan ağzımı farkeden annem konuyu değiştirdi.
"E hadi başlasak mı yemeğe?"
Hepimiz koca masanın etrafına oturduğumuzda sessizlik çöktü. Isak yemeğini yemeğe başladığında annem de ona eşlik etti. İş hakkında sohbet etmeye başladılar. Ben hiç yokmuşum gibi davranıyorlardı. Ne yaptığımı, neden burda olduğumu hiç mi merak etmiyorlardı?
Tabağımda duran haşlanmış tavuk parçasını hokey oyuncususunun topla oynadığı gibi sağa sola ittiriyordum. Çatal da hokey sopamdı.
Saatlerce bu hareketi tekrarladım. Sohbetleri canımı sıkmaya başladığında çatalı sertçe sapladım ve tavuğu ağzıma attım. Gol!
"İyi misin?" dedi Isak sonunda.
"İyiyim siz nasılsınız?"
"İyiyim." dedi gülümseyerek.
"Biliyor musun babam bu kareli ekose gömleklerden nefret ederdi. Çok terlettiğini söylerdi hep. A bu arada babam demişken, onun nerde olduğunu biliyorsundur."
"Şey-''
"Ah, evet öldü. Ne yazık ki."
"Alya."
"Babam ölmeden önce benim kliniğe gitmeden iyi olacağıma inanan tek insan oydu."
"Alya!" diye bağırdı annem ikinci kez.
"Bu adam kim anne? Saatler oldu tanışamadık. Herkes isimden ibaret değil ya. Sadece ismini biliyor olmam tanıştığımız anlamına gelmez herhalde? Mesela Isak ne iş yapıyor?Babamla ölmeden önce de tanışıyorlar mıydı?"
"Bunları daha sonra konuşuruz. Doyduysan odana çıkabilirsin."
"Anne-''
"Bu bir rica değildi."
Sandalyemi geri itip kalktım. Mavi ve endişeli bakan gözleri üzerimde dolanırken arkamı döndüm tam ilerleyecekken sesini duydum.
"Babanla hiç tanışmadım. Ama eminim çok iyi biriydi. Sana olan inancı hala seni ayakta tutuyor olmalı." Sözleri üzerine anneme döndüm. Doğruca Isak'a bakıyordu. Şaşırmış ve bana cevap vermesi annemi sinirlendirmişti.
"Doğruca odana." dedi. İkiletmeden dediğini yaptım ve merdivenlere yöneldim. Görüş açısından çıkınca sohbetlerine kulak misafiri oldum.
"Isak bir daha böyle bir ikileme düşmezsen sevinirim."
"O senin kızın Ebru. Bu kadar zalim olamazsın."
"Babasını da o öldürdü. Anlamıyor musun? Hayat arkadaşımı, kendi babasını!"
Duyduklarım kulaklarımdan kalbime iniyordu. Çarpmaya başladı. Deli gibi. O ataklardan birini geçiriyor olamazdım.
"Saçmalıyorsun. 10 yaşındaki bir kızım trafik kazasında nasıl bir parmağı olabilir? İyice paranoyaya kapıldığının farkında mısın?"
Annem babamı öldürmemle mi suçluyordu? Şu dünyada tek dayanağım olan insanı öldürdüğümden mi bahsediyordu? Ayaklarım titrerken ayakkabılarımın bileklerimi boğduğunu hissetmeye başladım. Bağcıklarını söküp ayakkabıları kenara attım. Soğuk parkeye basıp merdivenin korkuluğuna elimi dayadım. Nefes alamıyordum. O sırada Henrich geldi.
"Alya hanım iyi misiniz?" O konuşurken elimi zar zor dudaklarıma getirdim. Duyduklarım hala kafam uğulduyordu.
"Babasını da o öldürdü. Anlamıyor musun? Hayat arkadaşımı, kendi babasını!"
"Lütfen sus." dedim işaret parmağımla. Adam endişeliydi.
Yoksa gerçekten babamı öldürmüş olabilir miydim? Bunca sene yaşadığım hafıza kayıpları tedavinin yan etkisi değil de tedavinin kendisi miydi? Olamazdı. Bunu asla yapmış olamazdım.
"Sizi odanıza çıkarayım." Kolumdan tutup merdivenin basamaklarına çıkardı. Kapının önüne geldiğimizde "Eğer içindeki iyiliğe güveniyorsan kimsenin ne dediğini umursama."
Kendimde olmadığını gösteren bakışlarımla adama döndüm. "Teşekkür ederim."
O an kurabileceğim tek cümlem oydu.
—
6 Haziran 2007 / Çarşamba 13:45/ Antalya-Türkiye
Alya'nın babası tatil için Adrasan'da yer ayırtmıştı. Bu gergin geçirdikleri bir yılı hem Ebru'nun hem Alya'nın üzerinden atmak istiyordu. Tüm olaylar üst üste gelmiş neşeleri yok olmuştu.
"Babacım mayomuz hazır mı bakalım?"
"Giysilerimin altına giydim." Alya'nın heyecanı gözlerinden okunuyordu. Norveç soğuğundan sonra buranın sıcağı cehennem azabı gibi gelmişti üçüne de.
"Ebru!"
"Geldim, geldim. Hayatım havlular bavuldaydı hani?"
"Onları dolaba yerleştirdim direkt."
"Ha, dur onları alıp geliyorum."
Ebru plaj çantasını koluna takıp Alya'nın elinden tuttu. Küçük ağaç evin kapısını kilitleyip ordam ayrıldılar. Bu minik butik otelin her yerinde yasemin ekili olması Ebru'ya aşırı huzur veriyordu. Deniz'in bu tatili akıl etmesi gerçekten onlar için iyi olduğunu düşündü.
Alya önüne gelen çakıllara ayağının ucuyla vurarak ilerliyordu. Yol boyunca bunu tekrar etti. Bir süre annesi sese dayanamayıp Alya'ya bağırdı.
"Yeter ama Alya. Taşlar beynimin içinde dönüyor gibi."
"Özür dilerim."
"Özür dilenecek bir şey yok annecim. Ama bir daha yapma." dediğinde Alya surat astı. Havanım basık ve sıcak olmasına dayanamıyordu. Gerginliğini taşlarda atıyordu. Sahile ulaştıklarında hepsinin suratında bir gülümseme oluştu.
—
Bronzlaşmak için sürdüğü yağ ile havlusuna uzanan Ebru, Alya ile Deniz'i izliyordu.
Nina'nın ölümünden sonra az da olsa Alya'yı eğlenirken görmek onu mutlu etmişti. Plaj çantasından gözlüklerini çıkarmak için çantaya elini atmıştı. Eline tüylü bir şey çarpınca kendini toparlayıp çantaya baktı. Mor tüylü defterin yan tarafına Alya ismi işlenmişti. Alya'ya babaannesinin hediyesiydi. Ama bu defter kayıp oldu diye hatırlıyordu. Her yeri didik didik etmelerine rağmen bulamamışlardı.
Defterin yandan kilidini çevirince açıldı. Küçük günlükte Alya'nın babaannesi ile yaptığı çizimler duruyordu. Çizdiği ayıcığını kaybettiğinde de ağladığı surat ifadesini unutamıyordu. Sürekli oyuncaklarını ve eşyalarını kaybediyordu. Hiçbir zaman sorumluluk sahibi biri olamamıştı. Gülümseyerek sayfaları çevirirken gördüğü şey ile donakaldı. Kafasını kaldırıp tuzlu suyun içinde huzurlu görünen Alya'ya baktı. Şaşkınlığından dili tutulmuş tek kelime edemiyordu.
Her iki sayfada küçük mezar taşları çizili ve üzerlerinde papatyalar duruyordu.
Mezar taşlarının üzerinde ise özensizce Alya'nın el yazısı ile yazılmış Marcus isimleri duruyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sanal Gerçeklik
Teen FictionHis, insan vücudunun fizyolojik gereksinimidir. Aksini iddia eden insan değildir. Hissizlik ise ölüme sürüklenme sürecidir. Aynı açlık gibi. Hayatınızdan birkaç his kaybederseniz o zaman eksiltili yanınız kendini size hissetirecektir. -- Norveç'te k...