Bazı insanlarla aranızda özel bir bağ olur. Anlaşmak için kelimelere ihtiyaç duymazsınız. Hatta bir bakış bile gerekmez. Onun kalp atışı parmaklarınızın ucundadır. Nefes alışını görmeseniz bile, göğsünüzde hissedersiniz. Ahenkle hareket etmeniz için hiçbir şeye ihtiyacınız yoktur birbirinizden başka. En çok ona güvenirsiniz. Çünkü bilirsiniz ki, o yanınızdadır, arkanızdadır, önünüzdedir. Nerede ona ihtiyacınız varsa oradadır. Düşmeden sizi tutacaktır, hata yapmadan sizi durduracaktır, yolunuzu kaybettiğinizde kolunuza girip sizi yönlendirecektir... Sahip olunan bu sonsuz uyumun tek kelimeyle bir tarifi yoktur. Gençliğin sorgusuz sualsiz heyecanıyla yaşanır her şey ve kalbin bu fütursuz kapısı, belli bir zamandan sonra açılmamak üzere kapanır. O göz bir daha öyle görmez. O yüzden bu, insanın hayatında karşısına belki bir kez çıkar, belki de hiç çıkmaz. İşte benim için o kişi Stephan'dı.
Konserimiz sırasında salonda çıt çıkmıyordu. Seul'un en elit tabakasının gözleri üstümüzdeydi. Filarmoni Orkestrasının Şefi pür dikkat bizi dinliyordu. Yurtdışından gelen misafirler, sanat yönetmenleri, üniversitelerden hocalar, plak şirketlerinin temsilcileri...
Hiç birini görmüyordum ve hiç biri umurumda değildi.
Sahnede 4'ümüz vardık, ve benim için o an dünya o dörtlüden ibaretti. Ben ve piyanom, Stephan ve kemanı. 4'ümüz beraber nefes alıyorduk. Aynı vücudun organları gibiydik. Tüm olan biten doğal bir seyre sahipti. Birlikte olmak için yaratılmış gibi.
Biraz önümde duran Stephan'ın alkışlar sırasında eğilişi, yeni parçaya geçmeden bana attığı minik kaçamak bakış, uzun ve ince parmakları aklımdan senelerce hiç çıkmayacaktı. İçimde bir ışık yanıyordu. Belli belirsiz aylardır yanan kıvılcımlar, sahne ışığının altında anlam buluyordu. Daha önce karanlıkta olan hislerim, spotların ışığı ile aydınlanıyordu. Ben bu genç adama yalnızca hayran değildim. Âşıktım...
Başımıza gelecek her şeyden habersiz, gençliğin heyecanıyla, samimiyetiyle, kalbiyle oradaydık.
Son parçamız Schubert'in Serenade'ı bittiğinde salon alkışlardan yıkılıyordu. Yanyana geçip selam verdiğimizde kalbim delicesine ağzımda atıyordu.
Kulise girdiğimizde önce birbirimize baktık. Hala damarlarımızda dolaşan adrenalin yüzünden nefesimiz düzene girmemişti, ellerimiz titriyordu. Parlak gözlerle ve hayranlıkla birbirimize bakıyorduk. Konuşmadık. Bir şey söylemesine gerek yoktu. O da bana en az benim ona olduğum kadar hayrandı. Yaptığımız bu şey ve paylaştığımız bu, tutku başka kimsenin anlayabileceği bir şey değildi. Alınlarımızı birbirine dayayıp ele ele tutuştuk. Kalbinin atışını duyuyordum, kalbimin atışını duyuyordu. Genç bedenlerimiz ismini bilmediğimiz tutkularla baş etmeye çalışıyordu. Derin soluğunun çıktığı ince dudaklarını seyrediyordum. Onunsa gözleri kapalıydı. Benimkilere geçirdiği parmaklarıyla elimi okşuyordu.
Bu an bir daha gelmeyecekti. Kendimi durdurmak istemiyordum. Kendimi durdurmak için bir neden görmüyordum. Alınlarımızı yavaşça ayırdım ve utangaçça dudaklarımızı birleştirdim. Küçük bir öpücük, ardından bir tane daha, sonra bir tane daha... Reddedileceğimden hiç korkmadım o da beni reddetmedi. Ellerimi beline dolayıp vücudunu kendime yaklaştırdım. Tam bu sırada kapının kapandığını duydum. İkimiz de hızla ayrıldık. Biri mi gelmişti? Ne zaman gelmişti? Bizi görmüş müydü? Daha da önemlisi, kimdi?
Kafamda bu sorular dönüp duruyordu. Bence Stephan'da bunları düşünüyordu ama bir süre hiç konuşmadık. Aceleyle üstümü değiştirmeye başladım. Çok lazımmış gibi katılmam gereken bir dans vardı. Hem de Stephan'ın kardeşi ile. Karışık duygular yaşıyordum. Çıkarken bir elimle kapını kolunu bir elimle Stephan'ın elini tuttum.
"Çok güzeldi" dedim.
"Çok güzeldi" diye yanıtladı beni.
"Şimdi gitmem gerek"
"Biliyorum."
Kapıdan çıktım ve kulisin koridorlarından geçtim. Kulis çıkışında ailem ve okuldan bazı hocalar tebrik etmek için bekliyorlardı. Steff'le orada buluşmak için anlaşmıştık, ama yoktu. Onlara kibarca selam verip Steff'i aramaya başladım. Program biraz sarktığı için yemek salonuna gitmiş olmalıydı. Dansın başında çiftleri takdim ediyorlardı ve bu adetleri bilmediğinden emindim. Geç kalırsak çok fazla dikkat çekecektik ve bu da istediğim son şeydi.
Kızların hazırlık yaptığı bölümde yoktu, hızlıca aşağı yemek salonuna indim orada da yoktu. Telefonu cevap vermiyordu ve mesajlarımı görmüyordu. Çaresizce Stephan'ı aradım. Şu an ona kardeşini sormam gerçekten çok acımasızca olacaktı ama başka çarem yoktu.
"Yoongi?"
"Sana bunu sorduğum için gerçekten üzgünüm, ama Steff'i gördün mü?"
"Yoo, seninle değil mi?"
"Hayır. Kulisten çıktığımdan beri onu arıyorum ama bulamadım. "
"Konserden sonra görmedim. Görürsem seni ararım"
Telefonu kapatıp okkalı bir küfür savurdum. Sonra gözüm bir anlığına beyaz takım elbisesi ve kırmızı saçlarıyla gülücükler ve ışıltılar saçan Hoseok'a çarptı. Okulun sahibi gibi dolaşırken ne kadar da rahattı. Bu adamın gerçekten böyle ortamlar için yaratılmış bir hali vardı. Yanındakilerle şakalaşıp, baştan sona salonu yürüdükten sonra bahçe kapısından çıktı. Bense halime baktım. Steff'in kıyafetine uyumlu olsun diye seçilmiş bordu bir kravat, annemin zorla yanıma verdiği yaka çiçeği ve parlak ayakkabılarımla kendimi şaklaban gibi hissediyordum.
Yemek salonunun balkonuna çıkıp kimseye görünmeden bir sigara yaktım ve az önce olanları düşündüm. Bedenim ve zihnim yeni sakinleşiyor, vücudumdaki kan, olması gereken yer beynime ancak dönüyordu. Bu benim ilk öpücüğümdü. Stephan'ı öpmüştüm ve az önce hayatımın en heyecanlı dakikalarını yaşamıştım. Görüştüğümüz zaman ne hissedecektik? Ne konuşacaktık? İçimdeki dumanı karanlık gökyüzüne üflerken aslında bu soruların hiç birinin beni kaygılandırmadığını farkettim. Konu ne olursa olsun, Stephan'dan çekinmiyordum. O benim içimi biliyordu, ben de onunkini.
Saate baktım ve yemeğin başlamak üzere olduğunu fark ettim. Steff her neredeyse ortaya çıksa iyi olurdu, vakit ve sabrım tükeniyordu çünkü.
Bu esnada telefonum çaldı. Arayan Stephan'dı.
"Yoongi, Steff'i az önce arkadaşları bahçede ağlarken görmüş. "
"Ne, niye? Nesi varmış ki?"
"Bilmiyorum. Ben de anlamadım ne olduğunu. Bahçeye bakacağım. Sen de salonun oralarda ol, olur mu? Belki oraya gelir. Eğer gelirse bana haber ver. Merak ettim."
"Tabii" dedim Stephan'a. Olmadığım biri gibi davranmaya zorlanırken kendimi berbat hissediyordum...
Yoongi'nin gençliğinin karanlık dehlizlerinde dolaşmaya devam ediyoruz. Gelecek bölüm 17'nin son Partı olacak.
Okuduğunuz için teşekkür ederim. Her bir yorumunuz beni heyecanlandırıyor.
Bu bölümü, Friends isimli dinamik ve eğlenceli öyküsünü zevkle okuduğum @guccileydisi
ne ithaf ediyorum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Niebieski - Yoonseok- "Bir Min Yoongi Hikâyesi"
FanficBayan Valentine titreyen ellerini suratımda gezdirdi ve beni ışıldayan gözlerle süzdü. "Niebieski" dedi. Hemen yanımda duran Hoseok bana döndü "Ne diyor?" Omuz silkerek "Bilmiyorum" dedim. "Her halde kendi dilinde konuşuyor" "Benimle Kal" hikayesini...