Final

203 17 14
                                    

evgeny grinko - once upon a time


Uyanıyorum. Bu eylem bedenimde gerçekleşmeden zihnimde gerçekleşiyor. Tanıdık ve evdeymişim gibi hissettiren o koku sarıyor bütün bedenimi; fakat bu kokuya kaldığımız pansiyonun biraz ilerisindeki fırından taze ekmek kokusu karışıyor. Dudaklarım hilal şeklini alıyor memnuniyetle. Yattığım yerde kıpırdıyorum. Ve zihnimde gerçekleşen eylemi bedenime taşıyorum. Uyanıyorum. Gözlerim hemen beş santimetre uzağımdaki yüzünü buluyor. Bir meleği andıran masumiyetine dudağımı ısırıyorum. Hem uyandırmak hem de uyandırmamak arasında kalıyorum; ancak hemen sonra daha fazla uyurken izlemek istediğime karar veriyorum onu. Yüzünün her detayında dolaşıyor gözlerim. Asimetrik burun deliklerine gülümsüyorum. Sonunda dayanamayıp biri diğerinden daha içe kıvrılmış göz pınarını öpüyorum.

Gözlerini yavaşça aralamadan önce dudakları kıvrılıyor. Beni kendine çekiyor, bedeninin üstüne çıkıyorum. Davet beklemeden dudaklarımı uykudan şişmiş dudaklarına bastırıyorum, daha sıkı kavrıyor kolları vücudumu. Sevişiyoruz. Bir kez daha.

Kendimizi Milano'nun sokaklarına atıyoruz. Biraz önce kokusu odamızın açık camından içeri giren ekmekleri yapan fırına girip iki muffin alıyoruz. Geziyoruz. Geziyoruz. Geziyoruz. Milano'nun sokaklarında adımımızı basmadığımız yer olmayacağına yemin etmiş gibi dur durak bilmeden, yorulmadan geziyoruz.

Sonunda yemek yemek için bir kafeye giriyoruz. Bir masaya oturmaktansa bara oturmayı tercih ediyoruz. Pizza alıyoruz. Denemediğimiz çeşidi olmasın diye brokolili. Önce yaptığımız seçime gülüyoruz ardından ünlü İtalyan şarabından birer kadeh alıyoruz. Bir kadehte sarhoş oluyoruz. Gülüyoruz. Gülüyoruz. Çevremizde bize bakıp kafa sallayan İtalyanları önemsemeden, birbirimizin gözlerinin içine bakıp gülüyoruz. Bu dünyada en kötü anda bile birbirini kahkahaya boğmayı başaran iki insan olarak gülüyoruz.

Sonra kalkıyoruz. Pizzanın o kadar da kötü olmadığından bahsediyoruz. O sırada biraz ilerideki sokak dansçılarını görüyoruz. Bana bakıyor, ışıl ışıl gözleriyle. İstersen, der gibi omuz çekiyorum. Boynundaki poloroid makineyi çıkarıp bana veriyor ve aralarına katılıyor. Bir şarkı seçiyor ve defalarca çalıştığı koreografiyi şaşkınlık ve hayranlık dolu bakışlara sergiliyor. Bense birkaç fotoğrafını çekiyorum. Sonunda eğilip selamlıyor ve parlak gülüşünü atıyor herkese. Öğrendiğimiz birkaç İtalyanca kelimeden biri olan grazieyi tekrarlıyor birkaç kere.

Ayrılıyoruz oradan. Gece olana kadar geziyoruz, geziyoruz. Ardından bir kafeye daha giriyoruz. Yine bara oturuyoruz. Bu kez festo soslu spagetti ve o İtalyan şarabından istiyoruz. Öğleyin tadını çok sevdiğimiz için.

Yanımıza yetmişli yaşlarında ihtiyar bir adam oturuyor. Yanık teni, beyazlaşmış saçları ve hala yaşama sevinci taşıyan gözleriyle bizi süzüyor. Selam veriyoruz.

Şarap kadehimi kaldırdığımda İtalyanca bir kelime söylüyor, şarap kadehinin ardında bıraktığı izi göstererek.

"Culaccino."

Ardından İngilizce olarak açıklıyor, yüzüne yerleşen hüzünlü bir gülümseme ve nemlenmiş gözleriyle.

"Islak bir bardağın arkasında bıraktığı iz, anlamına geliyor."

Culaccino, diye tekrarlıyorum içinden ve ona bakıyorum. Benim culaccinom olacağını bilmeden.


Uyanıyorum. Bu eylem sadece bedenimde gerçekleşiyor çünkü zihnim uyumuyor. Açık olan penceremden içeri giren biçilmiş çim kokusunu alıyorum ve bu kokuya kızarmış ekmek kokusu karışıyor. Yüzümdeki donuk ifade değişmiyor. Gözlerimi açıyorum. Gözlerim yüzümün beş santimetre uzağındaki boş yastığı süzüyor. Yataktan kalkıyorum. Dolabımı açıp bir kot şort ve oversize beyaz bir tişört çıkarıp üzerime geçiriyorum. Şortun belimden düşmemesini engellemek için kemer takıyorum.

Fany'nin mutfaktan bağırışlarını önemsemeden kendimi dışarı atıyorum. Seul'ün sokaklarında basılmamış yer kalmayacağına yemin etmiş gibi aylak aylak dolaşıyorum. Ardından bir kafeye giriyorum. Bara oturuyorum ve şarap söylüyorum. Beşinci kadehine rağmen sarhoş olamıyorum.

Kalkıyorum. Yakınlara park ettiğim arabama biniyorum. Çok iyi bildiğim istikamete sürüyorum. Rastgele bir yere çekiyorum. Ayakkabılarımı çıkarıyorum. Parmaklarımın arasında sıcak kumları hissederek yürüyorum, yürüyorum.

Uçurumun kenarına yakın bir yerde oturuyorum. Dizlerimi kendime çekiyorum. Gözlerimi kapatıyorum ve rüzgarın ve okyanusun sesini dinliyorum.

Sonra ağlıyorum.

Bu dünyada kötüyken bile kahkahalara boğabilecek biri kalmadığı için ağlıyorum, ağlıyorum.

Yanımda getirdiğim metal kutuyu çantamdan çıkarıp kucağıma alıyorum. Kapağını açıp elime bir fotoğraf alıyorum. Aklıma kazır gibi bakıyorum her bir detayına. O günü de hatırlıyorum. Eylül ayında yere ilk düşen yaprağı görmek için iddiaya girdiğimiz gün.

Fotoğrafın elimden kayıp gitmesine izin veriyorum. Ben kazandım, diye fısıldıyorum.

Ardından çantamdan kibrit çıkartıyorum. Başka bir fotoğraf alıyorum. Bugünden bir yıl  iki gün öncesine ait. Bize ait olan son kare. Kibriti çakıyorum. Alevi parmağıma vurana kadar tutuyorum ve ardından diğerlerinin yanına atıyorum.

Sonunda bunları neden gönderdiğini anlıyorum. Beni bu dünyada en iyi tanıyan insan olduğunu da anlıyorum bir kez daha.

Fotoğraflar yanıyor. Kül haline geliyor. Ayağa kalkıyorum. Tıpkı bir yıl önce bu saatte gerçekleşen eylemi tekrarlıyorum. Tıpkı tahmin ettiği gibi.

Onu uğurluyorum.

Artık acı çekmediği bir yere.

Hoşça kal ...

Culaccino | Tae YeonHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin