#3

4K 90 10
                                    

Aykut kendini toparlayıp gözyaşlarını sildikten sonra oturduğu yerde doğrulup bana baktı. Mavi gözleri umutla parlıyordu. Onu affetmeyi çok istiyordum ama içimde bir yerlerde canımı yakan bişey vardı. Kalp kırıklığıydı şüphesiz. İyi niyeti olduğuna ve beni gerçekten sevdiğine inanıyordum ama henüz onu affedemezdim. Yaşadıklarım düşünülürse gayet normaldi bu. Zamana ihtiyacım vardı.

"Aykut..." duraksadım. İçinde bulunduğum durumu nasıl anlatacağımı bilmiyordum. Devam edeceğimi anlamış olmalı, bikaç saniye boyunca beni sessizce bekledi. "Seni affetmeyi çok istiyorum. Ama bunu yapamam. Hemen şimdi yapamam. Bana biraz zaman ver olur mu? Tam olarak affedebilmem için zamana ihtiyacım var."

"Haklısın. Aslında affedilmeyi haketmi..."

"Hayır, affedilmeyi hakediyorsun." diyerek sözünü kestim. "Yaptıklarından pişmansın ve bunları iyi niyetle yaptığını söylüyorsun. Neden bilmiyorum ama sana inanıyorum. Öyle bir his var içimde. Ama yaptıklarını unutmam hemen olacak bişey değil. Zaten asla unutamam ama affedebilirim. Kalbim çok kırıldı, intiharın eşiğine geldim. Gerçekleri yeni yeni öğrendim ve hazmetmeye ihtiyacım var."

"Evet. Beni affedebileceğin günü sabırsızlıkla bekleyeceğim." dedi Aykut. Gözlerinden hüzün okunuyordu ama yine de umut ışıklarını görebiliyordum. Onu çok seviyorum, ona aşığım. Tabi ki affetmek istiyordum ama bu sadece istemekle olmaz. Zamanın yaraları onarmasına fırsat vermek gerekir. Yoksa o yaralar gün geçtikçe daha da büyür. İnsan gerçekten affetmeli. Affetmediğim halde affettim dersem ne işe yarar ki?

Bir kaç dakika sessizce oturup güneşin batışını izledik. Gökyüzünün kızıllığı, Aykut'un gözlerinin ve denizin maviliği, çimenlerin yeşilliği, rüzgarın uğultusu, ağaç yapraklarının hışırtısı; her şey o kadar güzel ki...Ama bu güzelliği bozan, mükemmel olmasını engelleyen bişey vardı içimde. 

"Artık gitsek iyi olur." dedim. Yerden kalkıp Aykut'un elini tuttum ve kalkmasına yardımcı oldum.

Sessizce yürüyerek bizim evin önüne kadar geldik. Onu duraktan minübüse bindirip eve çıktım.

Anahtarla kapıyı açtım. Annem salonda televizyon izliyordu. Babam yoktu, bu saate hep evde olurdu nerdeydi acaba? 

Girişteki portmantonun üzerinde turkuaz renkli bir hediye kutusu duruyordu. Bana olduğu belliydi doğum günüm olduğunu düşünürsek...

Anahtarımı portmantoya astım. Kutuyu elime alıp açtım. İçinde bir kitap ve not duruyordu. Notta "Doğum günün kutlu olsun oğlum. -Baban" yazıyordu. OĞLUM? BABAN? Babam bana hediye mi almıştı? YOK ARTIK!

Kitaba baktım.

"DELİKANLILIĞIN KİTABI" 

Delikanlılığın kitabı mı? Laf sokmak zorundaydı, canımı yakmak zorundaydı değil mi? Hem de doğum günümde. Gözlerimin dolduğunu hissediyordum. Bunca zorluğa göğüs gerdim, çoğu kişiye göre utanç kaynağı olan -ki bana göre kesinlikle değil- cesurca davrandım. ASIL DELİKANLI BENDİM!

Kitabı kutunun içine koydum. Her bir yaprağını koparıp teker teker yakmak geliyordu içimden. Kutunun üstüne basıp parçalamak... Kalbim deli gibi atıyordu sinirden. Anahtarlarımı yeniden alıp elimi kapının koluna götürdüm.

"Buğra." dedi annem. Arkamı döndüm. Sıkıca sarıldı bana. Kendimi bıraktım. Gözyaşlarımın hızlanarak yanaklarımdan süzülmesine izin verdim. Annem de benimle beraber ağlıyordu.

Dakikalarca sarıldık öyle. Kalp atışlarım gittikçe yavaşladı. Annemin sıcaklığı içime işliyordu. Rahatlatıcı anne kokusu herşeye bedeldi.

"Seni çok seviyorum oğlum. Doğum günün kutlu olsun." dedi ve iki yanağıma da ıslak birer öpücük kondurdu.

"Ben de seni güzel annem, teşekkür ederim." dedim gülümseyerek. Beklemem için eliyle işaret etti ve mutfağa gitti. Göz yaşlarımı elimle sildim. Döndüğünde elinde saklama kabı vardı. "En sevdiğin börekten yapmıştım. Biraz dışarı çık, hava al, hıncını çıkar. Bunların üstüne börek çok iyi gider." dedi. Elindeki kabı aldım ve kocaman sarıldım. "Görüşürüz annem." diyerek evden çıktım.

Evin karşısındaki büfeden bira, sigara ve kibrit aldım. Bu sabah kendimi atmak için gittiğim uçurum kenarına oturup ayaklarımı aşağı sarkıttım. Aykut'la dertleşmelerimiz geldi aklıma. İkimizinde elinde bir bira, burda konuşur, kafa dağıtırdık. Sigarası da hep yanında olurdu. "Neden içiyosun ki şunu?" diye sorduğumda "Oğlum sanki günde en az iki paket bitiren tiryakilerdenim. Zaten haftada yarım paket bile içemiyorum. Sigara rahatlatır, ama öldürmek gibi kötü bir huyu da var" derdi. Bugüne kadar bir kere bile ağzıma koymadım. Bunları düşünürken yanımdaki sigara ve kibrite bakıp biramdan bir yudum aldım. Aykut'a hiç bu kadar benzememiştim. 

Düsüncelerim Aykut'dan babama kaydı. Küçükken yaptığımız futbol maçlarını hatırladım. Bana araba sürmeyi öğrettiği ilk gün geldi aklıma. Bisikletten düştüğümde kanayan dizime pansuman yapması, anlamadığım ders konusunu en iyi şekilde anlamamı sağlaması, beraber yaptığımız araba gezmeleri, tribünde izleyip sesimiz kısılana kadar bağıra bağıra tezahurat yaptığımız maçlar, annem birkaç günlüğüne şehirdışına çıktığında beceriksizliğimiz sonucu yenilen yanık yemekler ve daha birsürüsü beynimin içinden çıkıp kendilerini gösteriyorlardı...

Bir zamanlar biricik oğluydum. Şimdiyse ailenin yüz karası. Bana çok değer veren bir baba, benden nefret eden bir babaya dönüşmüştü.

Herşey çok değişti.

Babamı çok özledim... Aykut'u çok özledim... Eskiyi çok özledim...

Paketten bir sigara çıkarıp yaktım.

İçime çektiğim an öksürmeye başladım ve gözlerim yaşardı. İlk içine çekildiğinde böyle olduğunu biliyordum. Bir kaç nefesten sonra alıştım. Hafif başım dönüyordu ki bu gayet normaldi. Sigaram bittiğinde hediye kutusunun üzerinde söndürdüm. Birayı kafama dikip dibinde biraz bıraktım. Kutunun kapağını sol elime alıp sağ elimle heryerine dipte kalan birayı boşalttım, ayağı kalktım ve kutuyu taşlık alana götürdüm. 

Kibriti çakıp kutunun içine attıktan sonra kapağını da yanan kutuya attım. Alevleri izlerken yine düşüncelere daldım. Ne zaman mutlu olabilecektim acaba?

"Buğra. Napıyorsun sen burda?" 

"Takılıyorum öyle, aldığın kitapla kutuyu yakıyorum falan. Sen napıyorsun baba?"

Arkamı dönmedim. Yüzünü görmek istemiyordum. Tek başıma kalmaya ihtiyacım vardı, neden burdaydı?

"Sen alınan hediyelere böyle mi davranıyosun lan!?" dedi babam. Sarhoştu, sesinden anlaşılıyordu.

"Baba eve git." dedim sadece.

"Kutuyu beğenmişsindir. En sevdiğin renkte almıştım. Noldu yoksa kitabın adı mı hoşuna gitmedi?" dedi sonra ardından kahkaha atmaya başladı. "Hiiişşşşştttt toppppiiiiitoooppppp hahahahaha" dengesini kaybedip yere düştü ama gülmeyi kesmedi. "Okumadan yaktım deme bana sakın. Ha? Okumadan attın dimi? İbnelikten kurtulmanın tek yoluydu senin için. Hayatında aldığın en önemli hediyeyi yakıyosun ha? Ne gerizekalısın be Buğra." yine kahkaha attı.

Elimdeki şişeyi hemen arkasındaki ağaca attım. Şişe parçalara ayrılırken babam elleriyle kafasını korudu.

"LAN İT! NASIL DAVRANIYORSUN BABANA!?" diye bağırıp ayağa fırladı. Yalpalaya yalpalaya üstüme yürüdü ve sol yanağıma tokat attı. Canım yanmadı. Dayanamayıp elimle ittirdim. İttirdiğimde yerde yuvarlandı. 

"ADAM GİBİ KONUŞ LAN BENİMLE!" diye bağırdım. Yanan kutuyla kitaba döndüm ve ayağımla söndürdüm. Babamın yanına gidip ensesinden tuttuğum gibi ayağa kaldırdım. "Senin gibi bir bok torbasını ne yazık ki eve götürmek zorundayım. Sesini kes yoksa şeytana uyup seni uçurumdan aşağı atarım!" dedim.

Buram buram rakı kokuyordu. Ailenin yüzkarasının doğumunun kederiyle içmiştir diye geçirdim içimden. Tişörtünün arkasını tutup itekleye itekleye eve götürdüm...

BİR BİSEKSÜEL HİKAYESİHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin