Sağ tarafımdaki komodin de şarj olan telefonuma uzandım. Saat 08.52'yi gösteriyordu. Elimde Stefan Zweig'in Satranç kitabını okumaya çalışıyordum. Sadece çalışıyordum. Günlerdir kaçıncıya okuduğumu bilmediğim sayfayı tekrar okudum. Aklım bir kitap sayfasını bir okuyuşta anlayamayacak kadar karışıktı. Anksiyetenin mahkûmu olan bir insan beyni, nasıl olur da başka bir şey ile uğraşmaya cüret edebilirdi ki?
Çoktan doğmuş olan güneşin yansıdığı pencereye çevirdim yüzümü. Yaklaşık bir saat sonra çalacak olan alarmımı yine ben kapattım. Ne zaman alarm sesiyle uyanacağımı hep merak ederim. Son iki senedir bu duygunun nasıl hissettirdiğini unutmaya başlıyorum. Diğer insanlar gibi alarm çaldığında küfür etmeyi, geç kalana kadar kalkamamayı özledim. Ne saçmalıyorsun? dediğinizi duyar gibiyim. Uyku diyorum. Her ne kadar bir insan için normal bir işlev gibi görünse de bazı insanlar için zor olabiliyor. Gözlerim yanıyor, iliklerime kadar yorgunluğu hissedebiliyorum. Kafamdaki binlerce şeyin cevabını bulana dek uyumamaya yemin etmiş gibiyim. Her gece beynimi kemiren kaygı da buna dahil...
Yine düşüncelere dalarak geçirdiğim bir saatin sonunda hazırlanmaya başladım. Bütün gece herşeyi düşünüp, şimdi neyi giyeceğimi düşünmeye üşeniyorum, ne ironi ama.
Her zamanki gibi üşengeçliğime yenik düşüp, eşofmanlarımı giyip çıktım. İlkbahar henüz gelmemiş olmasına rağmen ılık bir rüzgar esiyordu. Havanın güzel olması beni mutlu etmişti. Bizimkilerle güzel bir plan yapmıştık. Güzel dediğim de tabi Yağızın yaptığı plandı. Ne kadar güzel olabilir bilemiyorum. Manyak herif sinemaya gidip havalı bir film izlemek istediğini söylemişti. Havalı filmden kastı ise Oyuncak Hikayesi. Şuan hepsi her zamanki buluşma yerimiz olan yere varmışlardı bile. Yine en sona ben kalmıştım. Yağızların mahalle bakkalı vardı. Onun yan tarafındaki küçük bahçe bizim malum mekanımızdı.
Daha dükkanın köşesine dönmeden bile seslerini duyabiliyordum. Bu kadar kuduruk olmamıza tüm mahalle kızıyor olsa da bizi sevdikleri için biraz fazla taviz gösteriyorlardı. Ben olsaydım çoktan bizi parçalamıştım. Bunu neredeyse yapacak potansiyele sahip olan tek kişi dükkanın üçüncü katında oturan Fedai amca olabilir. Şuan balkonda oturup bizimkilere öldürücü bakışlar atması da dahil tabii.
Doğa sesini kontrol edemeyip öyle bağırıyordu ki, tüm mahalle yeni bitirdiği kitabın konusunu biliyordu. Adamcağıza hak vermiyor değilim. Biz çekilmezdik. Ama bütün mahalle uzun zamandır tanıyor. Biz de birbirimizi öyle.
Yedi seneyi aşmakta olan dostluğa sahibiz. Ortaokuldan başlayan dostluğumuz on yedi yaşımıza kadar uzanıyor. Eminim ki on yedi yaşımızdan sonra da hep beş kişi olarak birlikte olacağız. Dost kelimesinin herkese söylendiği bu devirde gerçek dostları bulmak çok zor. Ama bence biz bu kelimenin anlamını gereğinden fazla karşılıyoruz. Beşiz gibiyiz adeta. Aynı anneden doğsak bu kadar olurduk. Birimiz yoksa hep eksiğiz.
Beni gören Duru el sallayarak ''Aryaaa! Nerede kaldın yine ya.'' dedi.
Duru aramızda en nazik ve sevimli olan. İçine kapanıktır, kendini pek ifade edemez. Biz hariç tabii. Biraz da alıngandır.
Ne olursa olsun bir yere geç kalmak kuralımdı.
Oflayarak ''Geldim işte.'' dedim. ''Sesiniz biraz fazla mı yüksek ne?'' diye ekledim.
Doğa ise göz devirdi her zamanki gibi, ''Ses tonumuz böyle napalım yani.''
Ben de ona göz devirerek ''Hep aynı bahane.'' dedim.
Doğa ise biraz çift kişiliğe sahip gibi. Dışarıya karşı güçlü bir duruşu ve soğuk yapısı vardır. Grupta ise en bakıma muhtaç o diyebilirim. Ama asla dışarıya gerçek kimliğini göstermez.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
FIRTINA
HumorDaha dükkanın köşesine dönmeden bile seslerini duyabiliyordum. Bu kadar kuduruk olmamıza tüm mahalle kızıyor olsa da bizi sevdikleri için biraz fazla taviz gösteriyorlardı. Ben olsaydım çoktan bizi parçalamıştım. Bunu neredeyse yapacak potansiyele s...