Arkamızda 1.60 boylarında, açık tenli, dalgalı kumral saçlarını örmüş, kahverengi gözleri ve güzelliğine rağmen yüzünde hiç makyaj olmayan bir kadın vardı. Üstünde koyu yeşil renginde, bir tişört vardı. Beline bağladığı kemerinde uzunca bir sadak vardı. Elbette içi oklarla doluydu. Sırtında ise yayı asılı duruyordu. Altında deriden bir pantolon ve ayağında da bir bot vardı. Çok geçmeden konuştu:
- Kahramanlarım... Size de merhaba.
Dedi... Hepimiz şaşkınlıkla kıza bakıyorduk. Biz, ondan 2-3 santim daha uzun idik ama yaşını kestiremiyordum. Görünüşünden daha yaşlı gibiydi, sanki yıllardır yaşadığı bir olayı tekrar etmiş gibi yüzünde bıkkınlık ve gözlerinde ise büyük bir yaşlılık vardı.
Melody kaşlarını çatarak olayı idrak etmeye çalışıyordu:
- Sen de kimsin?
Kız direkt cevabı yapıştırdı:
-*Artemis...
*Artemis: Avcılık, Ay, bakirelik ve okçuluk Tanrıçası.
Jack'in yüzünde bir ifade yoktu, sanki bunu pek umursamıyor gibiydi. Ne düşündüğünü asla anlayamıyordum. Ne bir mimik ne de bir jesti vardı. Ama bu konuşmasını engellemiyordu:
- Diz çökmemiz gerekir mi?
Tanrıçanın yüzünde muzip bir gülümseme belirdi:
- Eğer karşınıza her çıkan Tanrı için eğilecekseniz, ayağa kalkma fırsatını zor bulursunuz... Neyse, burada olmamın bir nedeni var... Ve sizinde bu nedenden haberdar olduğunuzu sanıyorum.
İşimizin gerçek anlamda zor olduğunu bana yine hatırlatmıştı. Bir çok Tanrı ve Titanla karşılaşacaktık... üstelik bunların arasında bize kin besleyenler de vardı. Bunu nasıl ayırt edeceğimizi hâlâ anlamasam da olanları şimdilik akışına bırakacaktım. Bu soruyu gelecekteki benin düşünmesi daha iyi olurdu.
Bir süre sonra merakıma yenik düşüp, sakin bir ses tonuyla konuştum:
- Bir dakika, buradaki evler ve insanlar nerede? Burada olduklarını söylemiştin ama kimse yok.
Tanrıçanın yüzünde bu sefer gerçek, içten bir gülümseme gelmişti. Onu, böyle bir soruyla gülümseteceğimi bilseydim daha sorardım sanırım. Çünkü yüzündeki önceki gülümsemenin gerçek olduğuna pek inanmamıştım.
Tanrıça ilk önce arkasını döndü ve kollarını iki yana açtı... birden tüm binalar gözümüzün önüne serildi. Bir sürü insan kahkaha atıyor, komşularıyla sohbet ediyordu. Bütün evler yan yana dizilmiş ve ortaya uzun ve geniş bir yol bırakılmıştı. Ve sonra tekrar bize döndü:
- Güzel bir yer biliyorum. Şanslıyım ki hepiniz açsınız.
"GRAHAM, YEMEK YEMEK İÇİN İDEAL TEK YER!"
yazan bir tabelanın önünde durduk. İçeride hiç müşteri yoktu. Dükkanın döşemesi eski tipti. Tahtadan yapılma sandalyeler ve o sandalyelerin üstünde de çiçek desenli minderler vardı. Kare şeklindeki masaların üstünde mavi-beyaz, yuvarlak masaların üstünde ise kırmızı-beyaz kareli desenli örtüler vardı. Duvar düz beyazdı ve tablolar ve resimler asılıydı. Kiminde müşterileri ile çekindiği resimler, kiminde de manzara resimleri vardı. Giriş kapısının karşısında da bir resepsiyon vardı.
Tanrıça,
- Graham! Sana müşteri getirdim!
Graham olduğunu tahmin ettiğim kişi arkamızdan içeri girdi. Göbekli, 1.55 boylarında, beyaz bıyığı vardı, yeni tıraş olmuş yanakları pürüzsüzlüğünü korumuştu, gözlerinin altında torbalar oluşmuştu ve yanakları hafiften sarkmıştı. Ayağında eski ama yeni cilalanmış bir çift ayakkabı, beyaz bir önlük ve kasket takmıştı. Tatlı bir gülümsemeyle:
ŞİMDİ OKUDUĞUN
13 Olimposlu {Askıda}
FantasyFarklı hayatları olan birbirinden bağımsız 6 genç... Bir gün ansızın alışageldik hayatlarından kopup titanlar tarafından kaçırılan, aynı zamanda tanrı olan anne ve babalarını kurtarmak adına 6 melez bir araya gelir... Bazı Titanlar intikam peşinde k...