adamlar- hepimize el salladım
Sokrates sunbaenim de yerimde olsa, koca parşömeni kafasına geçirir ve kendini boğmaya çalışır, hatta ve hatta içinde bir de yasemin çayı bulunan güllü porselen bardağı da kafasında kırardı.
Kafamda bin tane Donghyuck ile girdiğim savaşların bir tanesindeyiz. Şu an savaş yanlısı Hyuck, kendi sandalyesini filozof Hyuck'a fırlattı ve arka planda çayını höpürdetip kurabiye yiyen ben varım. Vay be deyip bir tane daha çikolatalı kurabiye alıp ağzıma tıktım ve bu savaşa daha çok odaklandım. Kan var, dehşet var. Kendim kendimi öldürüyor ve ben de bunu izliyorum.
"Seni buradan çıkartalım." Cebinden çıkardığı tonla anahtarın bulunduğu halkayı çevirdi durdu ve bir tanesini eline alıp deliğe soktu, "Doğru seçim," dedi. Elindeki şapkayı aldım ve kafama taktım. "Yere düşürmüştün," dedi. Kafamı salladım ve elimi uzattım.
"Lee Donghyuck," dedim. Elimi sıkmadı ve elim havada kaldı, sadece sırıttı.
Evet. Mark Lee ile karşılaşmamın üzerinden en fazla on dakika geçti ama hala şaşkınlık içerisindeyim. En az yirmi yaşında olan bu adam, İngiltere ve tüm Avrupa'yı, bakın TÜM AVRUPA'YI peşine takmış azılı bir suçlu. Ben ise ondan sonraki ama konumuz elbette bu değil. Konumuz, bu bebe suratlı korsanın beni nasıl bir kez daha şaşırttığıydı.
Anahtarı üç kez sola çevirdi ve demir parmaklıkları açtı. Buraya nasıl geldi veya nasıl bu askerleri alt etti bilmiyorum. Tek bildiğim, bu adamın bir deha ve bir kaçık olduğu.
"Buraya yalnız başına geldiğine göre benimle karşılaşmak istedin sanırım."
"Biraz öyle oldu, sanırım."
Elini omzuma koydu ve dudaklarını büzdü. "Tatlım, bunu baştan söyleseydin anlardım." Elini ittirip karşısına geçtim.
"Beni buraya çağıran sendin. Notta açıkça savaş ilan etmişsin, daha ne demeliyim?"
İç çekti ve iki elini de beline koydu. Kaşlarını çattı.
"Bu güzel," dedi, "beni anlayan birinin olması güzel. Notumu anlayan biri çıkmaz diye düşünüyordum."
"Bari özgün olsaydın. Neden ölmüş gitmiş zavallı adamın tekniğini çalıyorsun? Ayıp değil mi?"
"Peki sen neden ölmüş gitmiş, beynini ekmek peynir ile yemiş bir filozofun peşinden gidiyorsun? Duyduğuma göre hep asılmanın kıyısından dönüyormuşsun." Bana yaklaştı ve burunlarımızın arasında santimler vardı.
"En azından-" yutkundum, "adam akıllı çıkıp savaşıyorum."
Aramızda santimler varken güldü. Bir ara burunlarımız dokundu birbirine, buna yemin edebilirdim.
"Yapmadım mı sanıyorsun? Savaşıyorum. Ben hep savaştım. Herkes için. Senin için, benim için, korsan kardeşlerim için ve en önemlisi mürettebatım için. Ailem bir bakıma onlardı..." Geri çekildi ve başını yere eğdi. Kastığım bedenimi salıverdim geri.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
you can run// markhyuck
Fanfictionmark lee hayatımda gördüğüm en manyak, lanetli gemiye sahip, da vinci sunbaenim ile haşır neşir ve kırk yıl can vermeye değer bir korsandı. [tiza tarafından, korsan!au, markhyuck]