Bölüm 27 _ Okyanus

63 6 2
                                    

Louis ve Antonio, her sabah yaptıkları gibi güverte kenarında sohbet ediyorlardı. Yanlarında Enrique de vardı. Birkaç ay önce, güvertede ölümüne kavga etmiş olsalar da şu an Louis’le dost olmuşlardı. Yani en azından Louis öyle düşünüyordu. Kış ayları geldiği için deniz dalgalıydı. Ancak Magellan’ın hesaplarına göre dünyanın enine en geniş olduğu hat üzerindeydiler. Kesin olarak olmasa da şu günlerde öyle olduğunu hesaplamıştı Magellan ve burada yağmur ya da kar yağmayacağını söylemişti. Aslında Magellan bir bilim adamı değildi ama varsayımları doğruydu. Bir damla olsun yağmur düşmemişti. Deniz dalgalıydı sadece. Yelkenler tam fora edilmiş, hızla ilerleyen gemi dalgalara karşı koyuyordu. Ne var ki bu huzurlu (?) ortam uzun sürmedi.

“Gemi! Sancak tarafında üç gemi! Yeşil flamalı üç gemi!” bu gözcünün sesiydi. Miçolardan birini orta direğin tepesindeki gözcü yerine bırakmışlardı. Zavallı çocuk var gücüyle bağırsa da güvertede duranlar bile zorla duyuyordu. Louis, Antonio ve Enrique; hemen sancak tarafına koştu. Gerçekten de ileride bir karartı vardı. Çocuk, tepeden baktığı ve elinde dürbün olduğu için onları daha erken görmeliydi aslında. Ama bunun bir önemi yoktu artık. Enrique birden koşmaya başladı. Bir yandan da, çocuğun söylediklerini bağırıyordu.

“Gemiler! Sancak tarafında gemiler! Herkes görev yerine! Hemen!”

Magellan da güverteye çıkmış, herkese emirler yağdırıyordu. Yedek yelkenler de açılıyordu şimdi. Diğer gemiler de aynısını yapıyordu. Beş gemide de aynı telaş vardı. Şimdi tam hızla, rüzgarı da arkalarına alarak, rotadan sapmak pahasına kaçıyorlardı. Halbuki kovalayan tarafta üç gemi vardı. Ama bu gemilerin korsan gemisi olmaları ihtimali düşünülürse içleri tıka basa adam dolu olmalıydı. Magellan’ın gemilerinde ise hiç asker yoktu, tayfaları savaştırmak ise tamamen mantıksız olurdu. Zaten zafer kazanılsa bile gemileri idare edecek tayfaların savaşta ölmüşse onca ganimeti boş yere kazanmış, onca adamını boş yere sulara gömmüş bir halde ufak bir sandalla oradan uzaklaşman gerekirdi.

“Hey Louis! Şuraya bak!” gemileri gösteriyordu “Çok hızlılar”

“Bize yetişirler mi dersin?”

“Bence bu gün, seyir defterine yazacak ilginç şeylerimiz olacak!”

Magellan’ın gemileri tüm hızlarıyla kaçıyorlardı. Kaçamadılar.

Kovalayan gemiler, tayfa için pek yabancı değildi. Magellan için de. Yaklaştıklarında bu gemilerin birer kadırga oldukları açıkça belli oluyordu. Ancak bu kadırgaların okyanusta ne işi vardı? Bu gemiler açık denize uygun değildi ki. Zaten bu yüzden Hint seferleri başarısız olmuştu. Gemilerin flamaları yeşil renkliydi, Osmanlı flamasına benzese de tam olarak o değildi. Az sonra güvertedeki adamları görebilecekleri kadar yaklaşmışlardı. Ve karşı geminin güvertesindeki adam elindeki büyükçe bir bayrağı sallıyordu. Bu beyaz bir bayraktı.

Şimdi tüm gemiler yavaşlamıştı zira zaten kaçamayan Magellan’ın gemileri boş yere bu kovalamacayı sürdürmemeliydi. Karşı taraf beyaz bayrak sallamıştı. Herkes karşılarındaki gemiyi ve güvertesini incelerken karşı gemiden Conception’a (Magellan’ın gemisi) birkaç taş atıldı. Taşlardan biri Louis’in yanına düşmüştü ve bir kağıt, taşa sarılmıştı. Kağıdı eline aldı Louis. İngiliz diliyle özet olarak “Dostuz, zarar vermeyeceğiz” yazıyordu. Diğer taşlara da kağıtlar sarılıydı ve onları okuyanlar da farklı dillerde benzer mesajlar yazılıydı.

Sekiz gemi peş peşe, geldikleri yöne doğru ilerliyorlardı. Kovalayan taraf, korsan değildi, olmamalıydı. Böyle korsanlık olmazdı. Adamlar sadece “bizi takip edin, sizin iyiliğiniz için” anlamına gelen mesaj yollamıştı. Tabi çeşitli renkteki flamalarla. Bu gemiciler arasındaki, daha doğrusu gemiler arasındaki bir iletişim şekliydi. Üzerinde çeşitli şekiller bulunan bir grup flama vardır. Her biri bir harfi ya da kelimeyi ifade eder. Karşı gemiden gelen mesaj doğrultusunda ilerliyorlardı. Az sonra ufukta belirsiz bir karartı olduğunu iletti gözcü çocuk. Artık daha dikkatliydi.

“Louis, bence şu olanları seyir defterine geçirelim. Sonra bunu yapmak için vaktimiz olmayabilir”

“Haydi” Louis ve Antonio, katip kamarasına gitmek üzere geri dönmüşlerdi ki,

“Hayır” dedi Magellan. Ne zaman gelmişti bu adam?

“Neden?”

“Şu olanları şimdilik kayda geçirmeyelim. Onurumuzla oynamak istemeyiz”

Magellan haklıydı. Ama bu olanları kaydetmemek de pek meşru değildi.

“O zaman, şu işi gece olunca konuşalım. Şimdi daha önemli işlerimiz var”

Magellan cevap verdi; “Mesela şu ada!”. Orta direğin tepesindeki çocuğa bağırdı; “Hey, sen! Uyuma! Şu koca adayı da mı görmedin seni küçük velet!”. Birkaç saatlik mesafede bir gurup ada olduğu seçilebiliyordu. Gerçekten de daha önemli işleri vardı, olacaktı.

Birkaç saat sonra, adalara iyice yaklaşmışlardı. Ancak beş altı geminin sığabileceği bir liman vardı. Oraya buraya serpiştirilmiş bir kulübe. Avrupa masallarında yer alan adalar gibi, tam ortasında kocaman bir dağ vardı. Tüm bunlar ortadaki, büyük olan adadaydı. Bunun yanında üç ada daha vardı. Onlardan biri de büyük sayılabilirdi. Diğerleri daha küçüktü. Tamamen yeşillikle kaplıydı hepsi. Okyanusun açık mavi dalgaları, sarı kumlarına vuruyordu adaların. Şu manzara ne kadar harika olsa da, az sonra gemileri demirleyip sandallarla karaya çıkmaları gerektiğini bağırdı karşı gemiden birisi. Kimdi bu adamlar? İspanyolca söylemişti bunları. İlk sandala Magellan, Enrique, Louis, Antonio ve on iki tayfa binmişti. Ama bu sandal karaya değil, diğer üç gemiden en büyüğüne gidiyordu. Magellan bu gemilerin kaptanıyla görüşmek istiyordu.

  …

Günün sonunda Louis ve Antonio, seyir defterine hiçbir şey yazmamışlardı ancak şu cümleleri geçirmişti özel günlüğe Louis;

“ 20 Noveimbre (kasım)

Bu yazılanlar seyir defterine geçirilmese de bir şekilde yazılması gerektiği düşünüldüğü için yazılmıştır. Gün itibariyle okyanus açıklarında bir grup adaya yurt kurmuş bir topluluğa misafir olmaktayız. Bu adamların Türk oldukları konusunda hiçbir endişe duymuyorum. Hatta bir zamanların şanlı kaptanı, sonraları ortalardan kaybolan Murat Reis’in leventleri olabilirler.

Ancak reisleri genç biri. Belki de Murat Reis hakkın rahmetine kavuşmuştur da başka biri almıştır reisliği. Ya da Murat reisle alakası yoktur. Bunu öğrenmenin tek yolu ona sormak. Ne var ki henüz konuşma fırsatım olmadı. Yarın bu düşüncelerimi açacağım ona.

Yeşil flamaları Osmanlı sancağına aşırı benzemekte. Emirlerinde disiplinli üç yüz ila üç yüz elli arası adam olduğunu tahmin ediyorum. Dört adadan oluşan adalar grubunun en görülmeyecek yerine kurulu kulübelerde yaşıyorlar. En fazla altı gemi sığabilecek bir limanları var. Limanın yanında birkaç kulübe olsa da asıl merkezleri adanın ortasında, ormanın içinde. Gemilerinde top var ancak mühimmatları var mıdır bilmiyorum.

Adamların geneli kısa gemici kılıcı taşıyor. Şu an, tüm tayfamız, gemilerde bıraktığımız otuz kişi hariç, adada. Kulübeleri bizim adamlarımıza bıraktılar bu gece. Henüz yemek verilmedi ama dışarıdan ızgarada balık kokuları geliyor.

Magellan, diğer reisle beraber, reisin kulübesinde olmalı. Başımıza bir iş gelmesinden değil, bizim tayfaların sorun çıkarmasından korkuyorum. Zira bu adamların Türk olduğunu düşünüyorum ve bize zarar vermeyeceklerdir. Fakat buradan tekrar yola çıkarsak, tayfalar isyan edebilir. Umuyorum ki, bu kör ve karanlık yolculuğumuzda başka sorunlarla da karşılaşmayız.

Son bir şey; yarın bu adaların haritasını çizmeyi düşünüyorum. Acemice olsa da bu çizimler Piri’nin işine yarayabilir.”

  …

OKYANUSUN ÖTESİNEHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin