–Neredesin Antony? Şirkette seni göremedim. Her zaman yanımda olmalısın. Bunu biliyorsun değil mi?
–Emma, acil işim çıkmıştı.
–Ne işi?
–Hiii...ç boş ver.
Neden bilmiyorum ama sanki son zamanlarda Antony benden kaçıyormuş gibi hiss ediyordum. Ne olmuştu ki? Belki de çok düşünüyordum. Çünkü bu, adamın özel hayatıydı. Bense ona sadece ayak bağıydım. Sonsuza kadar yanımda olamazdı, yani onu sonsuza kadar tutamazdım. Ama dayanamadım ve sordum:
–Acil olduğunu söylemedin mi? Niye hiç diyosun? Çabuk söyle!
Neden bu kadar ısrarcı davranmıştım ki? her halde kendi hayatıydı, karışmamalıydım, ama bir bakıma biz uzun yıllardır arkadaşız. Bir-birimizden bir şey saklamamalıyız.
–Emm... Gelince konuşuruz. Şimdi gitmeliyim.
–Tamam.
Her zaman böyle yapıyordu. Sonra da bir şeyler uyduruyordu. Ama ne yapa bilirdim? Güvendiğim tek insandı. O yüzden de ona inanmayı seçtim. Her zaman da öyle seçiyordum. Bence bunun başka bir sebebi vardı. Ona güveniyordum, evet, ama sadece arkadaş olduğumuzdan değil. Ben onu SEVİYORDUM. O benim çocukluk aşkımdı. Hala da öyle. Malesef ki, bunu geç anladım. Bazen dönüp geçmişe baktığımda keşke onu susturmasaydım, ona bir şans verseydim diyorum. Şimdiyse... Belki de çok geç... Dediğim gibi, çocukken beni seviyordu. Hala seviyor, ama o zamanlar arkadaştan daha öteydi. Bazen bana yaklaşıyor, ama sonra sanki bir şey hatırlıyor ve benden kaçıyor. Bana öyle geliyor ki, bir şey ona kendini benim yanımda kalmaya mecbur hiss etdiriyordu.
Bir-birimize her zaman inanmış, güvenmiştik. Hala da öyle. Çünkü neredeyse bir-birimizden başka kimsemiz yok. Bazen onun deniz mavisi gözlerinde dalıyordum ve insanın o gözlere baktığında hayallere kapılmaması mümkünsüzdü. Kahve rengi kıvırcık saçlarına bir kere dokuna bilseydim, bir kere okşaya bilseydim. Keşke... Çocukluğunda bana söylediği en anlamlı şeyi hatırladım:
"–Emma?
–Duyuyor.
–Seni hiç bir zaman yalnız bırakmayacağım. Bunu bil!
–Offf... Yine mi başladın saçmalamaya? Tam da oyunumuzun ortasındaydık."
Bu olay bizim sadece 7 yaşımız olduğunda gerçekleşmişdi. Sonra bana yakınlaşmışdı ve aynen şöyle söylemişdi: " Seni seviyorum",- demişdi. Evet, bu onun ilk itirafıydı. Keşke, o kadar aptal olmasaydım. Bunu söyledikten sonra yanağımdan öptü. Ben tabii ki, de kızardım ve oradan kaçdım. Bir daha bu konuyla ilgili konuşmadık. Her halde o unutdu diye düşünüyordum, ama ben unutmamışdım.
O kadar yakındık ki, her yerde bir oluyorduk. Sanki bu bizim kaderimizdi. Mesela, aynı okulda okuyorduk, aynı sınıftaydık hatta, aynı sırayı paylaşıyorduk.
10. sınıfın sonlarıydı. Bana yine beni sevdiğini ve dostdan daha fazlası olmak istediğini söylemişdi. Ben ve benim aptal kafam. Ne dedim biliyormusunuz? " Sen benim çok deyerli arkadaşımsın. Seni kaybetmek istemiyorum, ama arkadaştan daha fazlası olarak da görmüyorum. Lütfen anla beni. Bu konuyu bir daha açmayalım. Arkadaşlığımız bitsin istemiyorum".-evet, evet. Aynen böyle dedim. Hani arkadaştan daha fazla göremiyordum? Şimdi neredeyse ona sırıl sıklam aşığım. Neden yaptıklarımın gelecekteki sonuçlarını düşünmüyorum?
Bazen hiç bir zaman geç değildir derler, ama belki de geçdir. Çünkü onun artık sevdiği yeni birisi var.
Tam bu kadar düşünüyordum ki, düşüncelerimin hepsini o ses dağıtdı:
"–Emma?"
O ses ofisimdeki ölüm sessizliğini dağıtmıştı. Bir anda kahvemin soğuduğunu fark ettim ve bilgisayarın başında dona kaldığımı gördüm. Karşımda duruyordu. Kollarını "X" gibi yapmışdı. Kaşlarını da çatıp bana bakıyordu. Sinirli gibiydi:
–Hey! bir saattir sana sesleniyorum. Neyin var senin? Neden kapıyı çaldığımda bir şey demedin?
–Ne? Ne zaman geldin ki? Neyse, neyse, önemli değil zaten. Asıl sen söyle, nerelerdeydin?
–Dedim ama. Acil işim vardı.
–Ama ne olduğunu söylemedin. Hani geldiğinde söyleyecektin? Evet, şimdi buradayım, karşındayım. Hadi söyle.
Yüz-gözünü buruşturdu. Eliyle kafasını kaşıyordu. Sanki ne desem diye düşünüyordu. tedirgin gibiydi:
–Evet, öyle dedim değil mi? Ama şimdi değil. Şimdi söyleyemem.
Ayağa kalktım. Ellerimin parmak uçlarını masanın üzerinde sürükleyerek ona doğru yaklaşıyordum. Tedirgin olmuş gibiydi. Elimi birden omuzuna attım. Onun şokuyla zıpladı ben de yüksek sesle:
–Neden böyle yapıyorsun ki?
O şokun ve ne diyeceğini bilmemesinin etkisiyle oradan uzaklaştı. Elim omuzundan düştü. O bir oraya,bir buraya odanın içinde tur atıyordu ve:
–Neden bağırıyorsun ki? Ödümü kopardın. Ayrıca yeter artık! Uzatma! Çok fazla üstüme geliyorsun.
Bunu söyledikten sonra sinirle elini duvara vurdu ve gözümün tam içine bakıyordu, sanki gözünden oklar saçıyordu. Aniden odadan çıkmaya çalıştı. Ben de tabii ki, onu engelledim. Kapıyı açmıştı ki, hemen kapatım. Ben de onun tam gözünün içine baktım ve:
–Uzatacağım. Ne yapacaksın ki? Ne yaparsın ki?
–Yılmadın mı? Hala da çocukluk ediyorsun. Sırf seninle 7/24 ilgileniyorum diye, peşinden hiç ayrılmıyorum diye bu kadar şımardın. Ama hiç düşünmedin ki 7/24 yanında olmamın seni korumamın bir sebebi...
Aniden duraksadı. Ben de kala kalmıştım. Ne ima etmişti ki? Ama ağzından bir şey kaçırmıştı. Geri dönüşü yoktu. Sakinliyimi korudum ve yerime oturdum. Kafamı kaldırıp onun tam gözlerinin içine bakmaya başladım. Gözlerini benden kaçırıyordu. Sanırım söylememesi gereken bir şeyi söyleyecekti. Ama ben de onun bir şeyin kendine burda kalmaya mecbur hiss ettirdiyini düşünmüşdüm. Gerçek olacağı aklıma gelmezdi. Biraz duraksadıktan sonra ellerimi çenemin altında birleştirdim ve parmaklarımı iç-içe geçirdim. Kaşlarımı da çatıp, ters ifademi takındım:
–Ne dedin?
Sadece bunu demek geldi içimden. Belli ki, kendince sebepleri vardı. Ben de onun sadece bu sebep yüzünden bana böyle davranmasını istemiyordum. En azından arkadaş olduğumuz için bana yakın davranmasını istiyordum. Bu yüzden bir şey bilmeden coşmak istemedim ve soğukkanlılığımı korudum. O ise tam da kendine layik bir tarzda konudan kaçtı.
–Hi...ç. Boş ver. Sinirlendim. Bana ne bakıyorsun ki? Bilmiyor musun sanki, sinirlendiğimde yersiz ve anlamsız konuştuğumu.
–Demek ki, bilmiyormuşum. Ama en azından bir şeyi başladığın zaman sonunu getirmeyi öyren. Şimdi olmasa bile elbet bir gün gelecekte öğreneceğim.
–Evet öğreneceksin, ama şimdi zamanı değil. İstesem bile söyleyecek cesaretim yok. Sadece sana arkadaş gibi sadık olduğumu bil.
Pek fazla belli etmemeye çalışsam da bu hastalığım yüzünden çok üstüme gelmemeye çalışıyordu. Ani bir şey yaşarsam, kendimden geçerdim. Bu yüzden temkinli davranıyordu. Ben de böyle durumlarda pek fazla kimsenin üstüne gitmezdim, çünkü iyiliğim içindi. Fakat yorulmuştum. İstemsizce gözümden yaşlar akıyordu. Hakim olamıyordum. İyiliğim için bir şeylerin saklanılmasından yorulmuştum. Yorgunluğumu saklaya biliyordum, ama göz yaşlarımı saklamak ne mümkün? Hem de Antony'nin o şahin gözlerinden. Kafamı aşağı eymiştim. Göz yaşlarımı saklaya bileceğimi düşünüyordum. Olmadı. Antony bana yaklaştı, eliyle çenemden tutdu ve kafamı yukarı kaldırdı. Göz yaşlarımı sildi. Ayağa kalktım. O da bana sarıldı. Kulağına fısıldadım:
–Madem ne olduğunu söylemeyeceksin, bari kimle görüştüğünü anlat. En azından onu bileyim.
–Tamam söylüyorum. Elizayla...
Ne? Eliza mı? Eliza Edward mı? Bu ismi duyduğum anda Antony'yi ittim. Ellerimi "X" gibi birleştirdim ve odamın penceresine doğru gittim. Dışarıyı izlemeye başladım.
–İşte bu yüzden söylemek istemedim. Üzüleceğini biliyordum. Neden hala onu kabul edemedin anlamıyorum. Hem, iş saati Elizayla buluştuğumu duyacağın için, hem de iş vaktine gönül işi katmamalı olduğumu düşündüğün için üzüleceğini biliyordum. Bu yüzden söylemedim.
Aslında üzülmüştüm. Ama iş vaktine gönül işi kattığı için değil, Elizayı sevdiği için üzülüyordum. Evet, kıskanıyordum. Ama mutluluğuna engel olacak değildim. Sadece üzülmemin sebebi, Elizanın iyi biri olmadığını hiss ediyordum. Ona ıspat edemiyordum. O da zaten bana inanmazdı. Kıskandığımı düşünürdü. Elizayı sevmezdim, çünkü garipti. Sinsiydi. Mesela; Eliza ne zaman Antony'nin yanında oluyordusa, hep çok tatlıydı. Kendini ona şirin gösteriyordu. Başka yerdeyse, çalışanlarla kaba davranıyordu. İçinden bir anda farklı biri çıkıyordu: egolu, her kese yukardan-aşağı bakan, kaba biri. Bir kaç kez kendi gözlerimle buna şahit olmuştum. O şirin, cömert, cazibeli insandan eser kalmıyordu. Anlamadığım tek şey Antony böyle birine nasıl kanmıştı? Ama bu beni ilgilendirmezdi. Desem bile bana inanmazdı. Gözü körleşmişti.
Ben şirketin genel müdürüydüm. Antony'se müdür yardımcısıydı. Aslında çok akıllı ve zekiydi, yani benden daha yüksek iş seviyyesinde olmayı hak ediyordu. Bunu kendisi istememişti. Benim yanımda kala bilmek için bu seviyyede kalmayı tercih etmişdi. Buna bakmayarak bir sürü market zincirine sahipti. Geliri de fazlasıyla iyiydi. Hatta zengindi diye biliriz. Ailesi bizim şirketin ortaklarıydı. Ben de Elizanın sırf onun zengin olduğunu bildiği için gözünü boyadığını düşünüyordum. Belki de ben her şeyi yanlış anlıyordum. Ama bunları düşünmekten artık yorulmuştum.
Sabah uyandım. Uyandım mı, kurtuldum mu bilmiyorum. Yine aynı kabusu görmüştüm. Bu, nedense, hep başıma geliyordu. Hep aynı kabus. Kabusumu yorumlaya bilecek birine gitmeliydim. O kişiyi zaten tanıyordum. Yaşlı Mike'dan başkası olamazdı. Bir kenara yazmıştım, vakit bulduğum zaman gidecektim. O, merkezdeki hastanede baş psikolok olarak çalışıyordu.
Sabah saatin 7-i olmuştu. Uyandım. Telefonuma tam 5 kez alarm kurmuştum. Yine de uyanamamıştım. Yüzümü turşutmuştum. Beni uyandıran güzel yemek kokusuydu. Yemek yemeğe bayılırdım. Yatağımda biraz debelendikten sonra dişlerimi fırçaladım, el-yüzümü yıkadım. Günlük temel işlerimi tamamladım ve sofraya indim. Sofra çok leziz görünüyordu. Bella Uiston yapar da güzel olmaz mı? Ailem tabii ki, kahvaltıda bile yanımda değildi. Ama bakıcım her günümde yanımdaydı. Ona karşı özel bir bağ hiss ediyordum. Ama bu konuda fazla düşünmedim, çünkü bir canavar gibi açtım. Her zamanki gibi sofrada en sevdiğim şeyler vardı. Biraz dalgındım. Bella da bunu fark etmiş olacaktı ki:
–Küçük hanım, bu gün nasılsınız? Keyfiniz nasıl?
–Nasıl olayım? Neredeyse bütün yılı annemleri görmüyorum. Kahvaltılarda bile bana eşlik etmiyorlar. Benimle bir sofraya oturdukları bir an olursa, mucize gerçekleşmiştir demektir. En son ne zaman saçlarımı okşayıp "Canım kızım, bu gün nasılsın",-dediklerini hatırlamıyordum. İçten bana sevgi gösterdiklerini, saçlarımı okşadıkları zamanları unutmuştum bile.
–Küçük hanım. Biliyorsunuz ki...
–Biliyorum, biliyorum. İş... İş... İş...
–Ne kadar yalnız hiss ede bildiğinizi anlıyorum. Fakat bunu değişemezsiniz. Onları da anlayın. Şirketi korumak için yapmalılar.
–Neyse ne. Artık aynı konuları konuşmaktan yoruldum. İşe geç kalıyorum gitmeliyim. İyi kahvaltılar sana.
Evden aceleyle çıktım. Bir taksi sipariş ettim. Taksi sonunda geldi. Arabaya bindim. Neredeyse şirkete varıyordum ki, trafik vardı. Az ileride 2 kişi gördüm.Çok samimiydiler. Ben de nedense daha fazla dikkat etmeye başladım. Gözlerimi o ikisinin üzerine dikmiştim. Bir de ne göreyim? O ikisinden biri Eliza'ydı! İnana biliyormusunuz? Bir erkekle hem de. Belki de arkadaşıydı, ama bu kadar samimi olmaları da olağan dışıydı. Önce şaşkındım. Fakat daha sonra bunun tam da Eliza'dan beklediğim bir haraket olduğunu anladım. Tam bir paragöz. İleride, elbet bir gün Antony'nin gözü açılacaktı. O ikisine biraz baktıktan sonra, gözlerimi o yabancıdan ve Eliza'dan uzaklaştırdım. Onlar ne kadar samimi olsalar da umursamadım.Evet arkadaşlar. Okuduğunuz için teşekkürler. Cumartesi ve ya pazar yayınlayacağımı söylemiştim, fakat yetirştiremedim. Yüce rahminizi esirgemeyin. Lütfen okuyun ve beğenin. Bence hikaye çok nefes kesici olacaktır. Tekliflerinizi, sorularınızı yorumlarda belirtin. Hepinizi kocaman öpüyorum.😍😘💖
ŞİMDİ OKUDUĞUN
HER ALEMDE SEVECEĞIM SENI
Misterio / SuspensoEmma Angelo isimli kahramanımızın eşi görülmemiş hastalığı vardır. Antony isimli çocukluk arkadaşıyla bunu sırr gibi her kesden saklarlar. Çünkü bu kızımız BİG KİNG şirketinin tek varisidir. Yerin altına gömülmüş sırları teker-teker gün yüzüne çıkar...