3. BÖLÜM

31 3 10
                                    

     İnsanlar bazen vaktin uçub gittiğini, ömrün çok çabuk bittiğini, hayallerini yaşaya bilmediklerini söylerler. Bendeyse bu aksine. Öyle diye biliriz yani. Malesef ki, de böyle. Ben vaktin daha çabuk gitmesini istesem bile, o çok geç gidiyor. Rüyalarımda hayallerimi yaşıyorum. Bu gerçekden korkunç bir şey. Hele aylarla devam etmesi... Benim de bunu anlayamamam... Kim istemez ki, hayalleri gerçekleşmesin? Bu sadece rüyada kalınca hem de her zaman, işte işler o zaman değişiyor. Gerçek olmasını dilediğim o anlar, ayıldığımda bana acı çektiriyor. Bazen diyorum ki, keşke geçmişimi öğrene bilseydim. Belki de o zaman düzelirdim. Hayat kime adaletli davranmış ki? Bana da davransın... Belki de hayat bana bu senin kaderin diyordu ve Antony ile daha yakın olmam için bunu yapıyordu. Antony'nin beni artık sevmediğini ve yakında başka biriyle nişanlanacağını, hatta evleneceğini göremiyordu mu bu hayat?
Antony 7/24 bana göz kulak olsa bile, aynı çatı altında kalmamız imkansızdı. Doğru, ailem neredeyse, evde olmuyordu, ama benim korktuğum ailem değildi. Eğer birisi Antony ile aynı evde kaldığımı öğrenseydi, adıma leke gelirdi. Kendimi korumalıydım. Kimseye ödün veremezdim. Bu yüzden de o benim evime en yakın olan yerden ev almıştı. Komşuyduk. Balkonlarımız bir-birine bakardı. Onun balkonu ikinci, benimkiyse üçüncü kattaydı. Her sabah belki de ilk gördüğümüz insanlar bir-birimizdik. Fakat bir gün, o talihsiz an geldi. Keşke o gün onu görmeseydim. Yalnız sabah değil, o bütün günü karşılaşmasaydık.
Şirkete girdim. Resepsiyonda birini fark ettim. Bu oydu. Ayni kişiydi. Elizanın yanındaki adam... Onu arkadan görmüştüm, ama o olduğunu hemen anladım. Aynı kıyafetleri giyinmişti çünkü. Yaklaştım. Acaba niye gelmişti ki? O da aniden döndü ve gözlerimin içine çok derin baktı. İçimi ısıtan bir şekilde gülümsedi. Daha sonra da arkasını döndü ve gitti. O sırada kuzenimi yani, amcamın kızını gördüm. O da doğal olarak burada çalışıyordu. Olanları gördü ve yüzüne en sinsi gülümsemesini de takıp bana yaklaştı:
     –Emma, selam. Nasılsın?- imalı bir şekilde sordu.
     –Teşekkür ederim. İyiyim.
     –Yakışıklıyı fark ettin her halde. Tanıyor musun? Yoksa aranızda bir şey mi var?
Durmadan bana soru soruyordu. Ne öğrenmek istiyordu ki? Biraz durdum, düşündüm. Kafamı toplamalıydım. Kimdi o adam? Burada ne işi vardı? Bunları daha sonra öğrenecektim. Şimdi Jenny'ni başımdan def etmeliydim. En şaşkın ifadeyle ona baktım. Parmak uçlarımı bir-birine vurup gözlerimi kaçırıyordum. En sonunda cevap verdim:
     –Ne? Kim? O mu? Hiç ismini bile bilmiyorum ki. Bir de gerçekleri bilmeden imada bulunma.
     –Hadi ama. Aranızda bir şey yoksa niye kaçınıyorsun ki? Şimdi yoksa bile gelecekte olamaz mı? O zaman söyle, neymiş gerçekler?
     –Tanımıyorum dedim ya. Gerçek işte bu. Ne şimdi ne de gelecekte olmaz.
     –Neden olmasın ki? Kabul et hoşlandın.
Bunu söyledi ve birden kikirdemeye başladı. Ona vurdum ve sert-sert baktım:
     –Ciddiyim, Jenny!
     –Tamam, tamam. Bir şey demedim. Kabul et ama hoş çocuk.
     –Bundan bana ne?!
     –Şşşt kızım. Sakin ol be. Tamam dedim ya. Niye sinirleniyorsun ki?
     –Bir de soruyor musun? Beni sinirlendiriyorsun, sonra da "Ne yaptım?",- diyorsun. İş hayatıma hiç bir şey karıştırmak istemiyorum.
     –Niye ama? 25-ne geldin, hala da yalnızsın. Sıkılmadın mı? Yalnız mı ölmek istiyorsun?
     –Sana ne?!
     Aşırı tepki vermiştim. Kız da beni sinir ediyordu. Gerçekleri de söyleyemezdim. Benim için çok utanç verici olurdu.
     Kalbimde başkası vardı, evet. Başkası varken de içeri birini almakla uğraşamazdım. Hem de tanımadığım birini. O da benim kabuk bağlamış yaramdı. Açamazdım, yoksa onu da kayb ederdim. Bu sırada Jenny de çok şaşırmıştı. Qaliba ilk defa ona bağırıyordum. O da bana baktı:
     –Ne bağırıyorsun be?! Bak ben de bağıra biliyorum.
     Şoke olmuştum. Neden ben öyle bağırmıştım ki, o da öyle bağırdı? Utançla "Özür dilerim",- dedim. Gözlerini süzdürdü.
     Jenny'ni severdim. Amcamın kızıydı sonuçta. Tatlı, enerjik, sıcakkanlı biriydi. Ayrıca dediğim dedik ve çok inatçı biridir. Olacak dediyse, umut yüzde bir bile olsa vaz geçmez. Hele bir de işte. İşte gözü kimseyi görmez. Beni bile. Tam bir iş kadını. Bana gelinceyse, işi pek umursamam. Yalnış anlamayın. Tembel, kendini beğenmiş biri değilimdir. Aksine çalışkan, cömert biriyimdir. Sadece Jenny gibi iş hayatımın önemli bir kısmı değildir. Hayatımı geleceğimdeki işi düşünerek endişelenemem. Yine de vazifem olan her şeyi layıkınca yaparım.
Tam bu sırada Jenny bana bakıp bir şey düşünür gibi gülüyordu.
     –Neye gülüyorsun?
     –Sana kızdım hem de çok. Kalbimi kırdın.
     –Üzgünüm.
     –Özür yetmez.
     –Peki... Ne istiyorsun?
     Gözlerimi kısmış, kaşlarımı üzgün ifade yapar gibi çatmıştım. Ne isteyeceğini bekliyordum. O da eğildi. Tedirgindim. Ellerini dizlerinin üstüne koydu. Gözlerimin içine sinsi gülüşlü baktı.
     –Nikahınıza beni şahit yapar ve çocuklarından birine benim ismimi verirsen belki.
Kan tepeme vurdu. Gözlerim fal taşı gibi açıldı.       Ağzım açık kalmıştı.
     –Ne diyorsun ya? Seni öldüreceğim, bittin sen.
Tam boğazlayacaktım ki, kaçtı. Kovalamaya başladım. Koskoca şirketin içinde 2 varis çocuk gibi sanki yakalamaca oynuyorlardı. "Yakalayamamam için dua etsen iyi olur. Yoksa elimde kalacaksın",-dedim, o da " Bu kısa bacaklarla mı? İmkansız. Böyle sonsuza dek koşarım",-dedi. Gülüyordu. Hatta kahkaha atıyordu. "Çok gülme, zaten çok fazla dikkat çekiyoruz. Çalışanlar bizimle dalga geçecek. Rezil olmamamız için seni yakalamama ve boğmama izin ver. Gel buraya!",- peşinden koşa-koşa diyordum. "Haaa. Anladım. Müstakbel eşinden mi utanıyorsun? Seni böyle görür diye mi? Zarif felan olmadığını düşünür diyemi?". Kız kafasında çoktan evlendirmişti bizi. Annem bile böyle yapmıyordu. "Deli misin? Adını bile bilmiyorum dedim ya." Bir anda durdum. Yorulmuştum. Ona baktım:
     –Benden bu kadar. Adım dahi atamam-dedim.
     –Ayh! Ben de yoruldum. Kısa bacaklarla beni yakalayamayacağını söylemiştim ama, değil mi?
     –Tek kelime daha edersen yemin billah gebertirim seni.
     –Tamam, tamam. Sadece seninle uğraşmak hoşuma gidiyor. Ama bunu da durduk yapmadım yani.
     –Bir sebebi mi vardı ki?
     –Bilmiyor musun?
     –Neyi?
     –Adamın adı Alex Anderson.
     –Eee? Bana ne? Sadete gel.
     –Agresif olma. Sadete geliyorum zaten. Yeni işçimiz. Hani biliyorsun ya, bizde promosyon vardır. Yeni gelenlerde iyi iz bırakmak için onlara bir kişi havale edilir. İşi öğretecek, şirketi gezdirecek, ne yapacağını söyleyecek olan birisi.
     –Peki kim?
     –Aptal! Tabii ki de sen. Yani niye sana havale etdiler onu anlamadım.
     –Neden olmasın? Ben insan değil miyim?
     –Ooo... Bakıyorum hemen de Sahiplenici, kıskanç tavırlarda bulunuyorsun. Doğal bunlar.
     –Jenny!
     –Tamam ya. Sen de şakadan anlamıyorsun. Sana bunca zaman kimseyi havale etmediler. Kaç tane kişi işe geldi Her halde söylemeye gerek yok. Şimdi durduk yere biraz qarip geldi. Belki de, şirkete biraz daha bağlanman için felan ola bilir.
     –Ayh! Neyse ne. İlgileniriz.
      –Tamam o zaman işe geç kalacağım.
     Arkasını döndü. Gidiyordu. Bir kaç adım attı ki, arkasını döndü, yine o sinsi gülümsemesinden takındı. Bana baktı bağıra-bağıra "Nikah şahidin yapmazsan bozuşuruz",-dedi. Yine sinirlendim. Tam kovalayayacaktım ki, hemen kaçtı. Çocuksu, ama iyi biriydi.
     Ben de ofisime gitmeyi düşünüyordum. Kafam anca o zaman dağılıyordu. Biraz daha dağılsın diye çok manasız bir şey yaptım. Yirmi katı ayakla çıkmaya çalıştım. Onuncu kata geldiğimde ölüyordum. "Bu katı da çıkayım, asansöre bineceğim",-dedim. Sürünüyordum resmen. Topuklu ayakkabılarımı elime almıştım. Asansör düğmesine bastım. Tam asansörün kapısı açıldığı anda içinde birisi vardı. Alex'ti. Utanmıştım. Beni böyle gördüğü için. Tanımıyormuşum gibi davranmak istedim. Zaten tanımıyordum.
     –Hanfendi?! İyi misiniz?
Kollarımdan tutup kaldırdı.
     –Teşekkür ederim. Kendim çıkarım.
     –Bir bayanı yüz üstü bırakmak centilmenliğe yakışmaz.
     Kaşlarını kaldırdı. Yarım bir gülümseme attı. Ben de ona baktım. Gülüyordum. Utancımdan ve güldüğümü görmesin diye başımı aşağı eydim.
Asansöre bindik.
     –Kaçıncı kat?
     –Yirmi.
     Utancım yüzümü tam yetişmiş domatese benzetiyordu. Jenny'nin onun hakkında az önce söylediklerini hatırladıkca utancım daha da artıyordu. Asansör git-gide varacağımız yere yaklaşıyordu. On beş, on altı... Sonundam vardık. Çıktım. Kendimi garip hiss ediyordum.
     –Aynı yolu gidiyoruz ha?,- diye şaka yapmaya çalıştım.
     –Galiba...
     Tam kapının önüne yaklaşıyordum. Anahtarlarımı arıyordum. Karışık çantamın içinde bir şey bulmak zordu. "Buldum! Sonunda",- içimden söylüyordum. Tam o sırada elimden kaydı ve düştü. Neden bu kadar sakarım acaba? Eğilip almaya çalıştım. Önümde birisi vardı. Anahtarım tam da onun ayağının önüne düşmüştü. Alacaktım ki, o adam eğildi anahtarı aldı ve beni kaldırdı. Antony'di. Gözlerimin içine sert bir şekilde bakıp, gözleriyle konuşuyor, işareler verip arkamdaki adamın kim olduğunu soruyordu. Ben de en sevimsiz surat ifademi takıp Joker gibi güldüm. Tam o an yüzümdeki gülüş aşağı indi. Gözlerimi kaçırıyordum. Antony beni silkeledi. Kaşlarını çatıp, gözlerini bereltti. Kafasını öne ani bir şekilde itib sanki içinden "Kim o?"-der gibi bağırıyordu. Ellerimi "W" harfi gibi yaptım. Gözlerimi yukarı kaldırdım. Dudaklarımı büzüştürdüm. İçimden "Ben de bilmiyorum"-diyordum. Tam o sırada Alex seslendi.
     –Hey! Siz kimsiniz? Hanımefendiden ne istiyorsunuz?
     –Bir kadına böyle davranırsanız söylerim. Lütfen onu rahat bırakın.
     –Sen kim oluyorsun da bana ne yapacağımı söylüyorsun?
     –Benim kim olduğum önemli değil. Önemli olan bu duruma duyarsız kalmamalı olmam.
     –Seni ilgilendirmez!
     Alex sinirli bakışlarıyla geldi ve Antony'ni itti. Elimden tutup geri çekti. Bir-birlerine aç kurtlar gibi bakıyordular. Tam Antony bir şey diyecekti ki, aralarına girdim. Antony konuşursa sadece dövüş yeteneklerini konuşturur. O yüzden de araya girdim. İkisini de ittim.
     –Beyler sakin olun ne yapıyorsunuz? İş yeri burası.
     Az önce aşağıda çocuk gibi koşuşturmaca oynayan ben neler söylüyordum, neler.
Antony memnuniyyetsiz bir şekilde tek dudağını kaldırdı. Aynı anda kaşının birini de kaldırdı. Arkasını dönüp gitti.
     –O kimdi?
     –En iyi arkadaşım.
     –Ciddi misin? En iyi arkadaş böyle mi davranır?
     –Fazla korumacıdır.
     –Gören de eski sevgilin ya da şimdiki sevgilin sanar. Erkeklerden kıskanıyormuş gibi davranıyordu sana.
     –Ağzından çıkana dikkat et! O evlenecek.
     –Kimle? Hangi kız öyle kaba biriyle evlenmek ister ki?
     –Tanır mısın bilmiyorum ama Eliza Edward isimli bir kızla.
Tanıdığını tabiiki de biliyordum. Ama öyle davranmayacaktım. İçime pek oturmamıştı. Neyin oturmadığınıysa hala bilmiyorum. Tam bu sırada dudağının birini kaldırıp "Hıh" diye güldü. Garipti.
     –Neye güldün?
     –Onu tanıyorum. Sevgilisi olduğunu biliyordum. Bu adam olduğunuysa bilmiyordum.
     –Tanıyor musun?
     –Evet. Biz Elizayla üniversiteden beri bir-birimizi tanıyoruz. O zamandan sonra hiç ayrılmadık. Arkadaşız hala. Benim işe düzelmeğime o yardım etti zaten.
     Demek o yüzden o kadar samimiydiler. Yine de arkdaşa göre fazlaydı. Kim arkadaşıyla yani, erkek cinsinde olan arkadaşıyla el-ele tutuşurdu ki? Arkadaş, hmm... Demek Eliza onu bana havale ettirmiş. Öyle olmalıydı. Ama neden? Yoksa Antony'e karşı arkadaştan fazla ilgimi anlamış mıydı? En kötüsünü düşünmek istemedim.
     –Bu arada. Resmen tanışmadık. Ben Alex Anderson.
     Bana elini uzattı. "Ben de Emma Angelo",- dedim. Yüzüme garip bir şekilde baktı. Gözleri açılmış, kaşları kalkmıştı.
     –Demek o sensin ha?
     –Kim?- hala bilmemezlikten gelmek utanç vericiydi, ama oyuna başlamıştık bir kere devam edecektik sonuna dek.
     –Bana şirketi sen gezdirecek, İşimi, ne yapacağımı gösterecekmişsin.
     –Hı... Tamam yaparım.
     Bana hangi alan üzre işe girdiğini söyledi. Ben de ona odama girer-girmez, soluklanır- soluklanmaz yapacağı şeyleri göstermeye başlayacağımı söyledim. Tam o sırada anahtarımı yine çantama koyduğumu düşündüm. Arıyordum, ama bulamıyordum. Tedirgindim. Çantam elimden düşüyordu ki, onu yakaladım. O sıradaysa benim de ayağım kaydı ve yere yığılacaktım ki, Alex belime sarıldı. Beni kendine çekti. Kollarının üstüne yığılmıştım. Havada yani Alexin kollarında uzanıyordum. Gözlerinin içine baktım. Ağzım açık kalmıştı. Bir kaç saniye bu pozisyonda böyle durduk. Bir ses geldi.
     –Emma!
     Gelen. Antony'di. Elinde anahtarlarım vardı. Bizi böyle gördü. Kaşlarını çattı. Ben hemen kalktım. Dudağımı ısırıyordum. Kaşlarımı üzgün ifade yapar gibi kaldırdım. Tıpkı kedi yavrusu gibi Antony'e bakıyordum. "Allahım, nolur kavga çıkarmasın, nolur",- içimden dua ediyordum. Antony bana baktı ve " Anahtarların bende kalnmış. Sen gelmeyince ben geleğim dedim."-dedi. "Ama yalnış zaman da yalnış yerdesin",- Alex dedi. Antony sinirden dudağını yalıyordu. Kolumdan tuttuğu gibi, kapıyı açtı ve arkadan kapayacaktı ki, Alex kapıyı zorlamaya çalıştı. Antony kapıyı açtı " By ukala, sen biraz burada kal, konuşacaklarım var. Özel, anlarsın ya." Kapıyı arkasından kitledi.
     –Emma kim bu adam?!
     –Niye bağırıyorsun ki? Sanki çokta umrunda.
     –Niye umrumda olmasın? Seni önemsiyorum.
     –Benle ilgilenme. Sevgilinle, nişanlınla her neyinse onunla ilgilen. Ona benden daha fazla korumacı davranmalısın.
     –Kime nasıl davranacağımı sana sormayacağım!
Avazı çıkana kadar bağırıyordu. Sadece "kim o sevgilin mi?",- diye sordu.
     –Sana ne?!
     Daha fazla bağırıyordu. Geriliyordum. Kötüleştiğimi hiss ediyordum. Tam o an tek hatırladığım şey "Alex. Yeni işçi...",-dediğimdi. Gerisi karanlıktı benim için. Keşke karşılaşmasaydık. Evde uyandım. Balkona çıktım. Aşağıdan beni çağıran birisinin, daha doğrusu birilerinin olduğunu fark ettim. Antony'di beni çağıran. Aşağı inmemi söylüyordu. Büyük bir heves, heyecan ve neşeyle koşarak aşağı indim.
     –Sonunda uyandın. Bizi korkuttun. Özür dilerim. Bir daha böyle yapmayacağım. Sen de yapma. Korkutma.
     Pişman gözüküyordu. Ellerimden tutdu kendine çekti. Yüzüme bakıp gülümsüyordu. Yanımda iki kişi daha vardı. Annemle babam. O kadar mutluydum ki. Neredeyse ağlayacaktım. Uzun yıllardır ki, böyle bir araya gelmemiştik. Hiç bir zaman bana vakit ayırmazdılar. Uzun zamandı ki, beni hep ikinci plana atıyordular. Bunun beni nasıl mutlu ettiğini anlayamazsınız. Annem bana baktı:
     –Emma. Kalktın. Ne söyleyeceğimi bilmiyorum. Çok korktuk. Bu yüzden de sana bunu telafi ettirmek istiyoruz. Babanla biz karar aldık.
     –Baba?
     –Evet, kızım. Annenle biz seni 1 aylık İtalyaya götürmeye karar verdik.
     Gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. Gözlerimi kırpamıyordum. Gözlerim dolmuştu.
     –Anne? Ciddi misiniz? Ya iş?
     –Antony ilgilenir. Bir ay olmayacağız diye batmaz ya. Hem o çok zeki birisi, sen de biliyorsun.
     –O zaman ne bekliyoruz? Hemen gidelim, hem de hemen.
     Annemin ellerinden tutup zıplıyordum. Sevinçten dilim tutulmuştu. En mutlu anımı yaşıyordum sanki. Ellerim yerden kesildi. Ayaklarımı hiss etmiyordum. Gerçek olamayacak kadar güzel ve özeldi. Sevinçten ağlıyordum resmen. Annemin ellerini sıkıyor, babama sıkı-sıkı sarılıyordum.
     –Ayh! Kızım yavaş ol. Öldüreceksin bizi.
     –Ağzından yel alsın anne! Daha yeni sevinçten uçuyordum. Hadi hemen gidelim, hem de hemen.
     –Tamam, tamam. Sadece pasaportlarını al ve gel. Bavulunu biz topladık.
     Ayaklarım yerden kesildiği zamandı. Eve koşarken sanki uçuyormuşum gibi hiss ediyordum. Merdivenleri çıkıyordum. Heyecan içinde pasaportlarımı arıyordum. Heyecandan bulamamıştım. Panikleyecektim.Sonra derin nefes aldım ve verdim. Aynı işlemi 5 kere tekrarladım. Aptal kafam! Hemen bulmuştum. Tam da yatağımın üzerindeydi. Pasaportları aldım. Tam her şeyi yüz bin kere kontrol ettim. Daha sonra aşağı indim. Koşuyordum. Bavulumu da almıştım yanımda. Hemen kapının yanına koymuştular. Aşağı indiyim an karşımda bir araba vardı. Bana sesleniyordu. İçinde ailemiz vardı. Antony ile vedalaştım. Sıkı-sıkı sarılamadım ona. O kadar heyecanlıydım ki, arabadan inene, hava limanına yetişene dek kendimi cimciriyordum. Annem yavaşlamamı söyledi. Böyle giderse hava limanına değil hastaneye gidecektik. Sakinleşmeye çalıştım. Sonunda hava limanına vardık. Tam 5 saat erken gelmiştik. Çok heyecanlıydım. Vakit geçmek bilmiyordu. Biraz etrafı gezdim, sakinleştim, yemek yedim. Hem de hepsini ailemle yaptım. Daha neler. Neredeyse kendimi bildim bileli ailemle güzel bir anım yok. Sadece güzel değil, hiç anım yok. O yüzden bu durumda kendimi nasıl hiss ediyordum anlatamam. Nasıl hiss etmeli olduğumu da bilmiyordum. Uçağa henüz binmemiştim ki, böyle mutlu ve enerji doluydum. Uçağa bindik. Sonunda ama... Yol boyu hiç konuçmadım. Manzara o kadar güzeldi ki, beni benden almıştı. Nutkum tutulmuştu. Sadece annemin elini sıkı-sıkı tutuyordum. Sanki şimdi gidecekti gibi hiss ediyordum. Sonunda uçak inmişti. Üzülsem mi, sevinsem mi bilememiştim. Bir yandan o güzel manzarayı kayb etdiğim için üzülüyor, diğer yandan da hayallerimin şehrine vardığım için mutluydum. Hatta mutlu kelimesi tam anlamıyla hafif kalırdı.
     –Anne? Şimdi nereye gideceğiz?
     –Sen nereye gitmek istersin?
     Bu soruyu bana sormamalıydı. Çünkü İtalyayı o kadar çok seviyordum ki, her yerine gide bilirdim. Ama karar veremeyecektim. Biz şu an Milanodaydık. En büyük hayalim Milanodaki "Duomo di Milano" Katedralini gezmekti. Sonra "Galleria Vittorio Emmanuele II"  çizim odası adlanan bu ünlü yere gitmek istiyordum. Daha sonra "Teatro alla Scala" opera evini gezecektim. Tabii ki de listenin en başında "Piza Kulesi" yer alıyordu. Fakat hepsini aynı anda yapmak istiyordum. O yüzden kararı bana bırakmamalıydı.
     İtalya, özellikle de Milano beni hep moda açısından, tarih açısından, lezzet açısından cezb etmiştir. Resmen şehirle aşk yaşıyordum. Bu yüzden gideceğim yerlerin listesini yaptım. Anneme verdim.
     –Anne, özür dilerim, ama ben seçemem. Sen burada seç ilk gideceğimiz yeri.
     Annemin  gözü dev gibi açılmıştı. Her halde bu kadar yeri gezmemi istediğimi düşünmüyordu.
     –Kızım? Bu kadar fazla yere cidden gitmek istiyor musun? Yetiştire bilir miyiz ki?
     –Evet, istiyorum anne. Zaten bir ay kalmayacak mıyız, yetiştiririz. Şimdiyse karnım çok aç. Hadi pizza yiyelim. Dünyanın en iyi pizzalarının yapıldığı ülke İtalyadır zaten. Hatta pizzanın keşfi bu ülkede yapılmış.
     –Mutluluğunu anlaya biliyorum kızım. Bir soluklanalım, sonra gezeriz. Gidip pizza yiyelim hadi.
     –Aslında... Anlayamazsın anne. Ama... hadi gidip yemek yiyelim.
     Babamı bekliyorduk. Biz annemle konuşurken kalacağımız yeri ayarlamaya gitmişti. Hayatımda ilk defa annemle oturup konuşuyordum. Az sonra zaten babam geldi. Ayarlamaları yapmıştı. Mutlu bir şekilde pizzacıya gittik. Zaten yakındı. Hiç bir araca binmedik. Yemeyi yedikten sonra çıktık. Babam bavulları evimize koymaya gitti. O sıra da biz de annemle "Piza Kulesi"ne gittik.
     –Kızım, acele etmiyor musun?
     –Ne acelesi anne? Vakit yok! Bir ay zaten çok kısa bir zaman dilimi.
     Annem gülüyordu. Ben de heyecandan ne diyeceğimi unutmuştum. Kuleye git-gide daha da yaklaşıyorduk. Heyecanımı bastıramadım. Annemle şu klişe fotoğraflardan çektik. Hani olur perspektif nedeniyle farklı türde gözüken fotoğraflar.
     Tam o sırada ne oldu diyemeden birisi telefonu kaptı. Annem bana ben anneme baka kalmıştık. Bir anda koşmaya başladım. Tazı gibiydim. "Pislik! Telefonu geri ver! Yakalarsam çok kötü olur!"-diyordum. Aslında istersem yüzbinlerce bu telefondan ala bilirdim. Ama neden benim olan bir şey çalındığında sessiz durayım? Hem o telefon benim özelimdi. Tam 5 sokak geçmiştim. Galiba kayb olmuştum. Sonra birden kendimi çıkmaz sokakta buldum. Önümde de o hırsız duruyordu. Aniden bıçağını çıkardı. Korktum. Kaçmaya çalıştım ki, arkamı döndüyüm an birine çarptım. Adını bile bilmiyordum. Ama beni geri itti.
     –Hey! Pis serseri! Masum bir kızı incitmeye utanmıyor musun?
     Ben araya girdim:
     –Aslında henüz incitmedi. Pislik telefonumu çaldı, bir de bıçak çekiyor.
     –Demek hem telefonunu çalıyor, hem de bıçak çekiyorsun ha?! Suçluyken güçlüyü oynamak. Demek öyle. Gel lan buraya...
     Bunu dedi ve beni geri çekti. Adamın üstüne doğru yürüdü. Hırsız bıçağını kullanacaktı ki, o adam kolunu tuttu, o kolu geriye doğru burdu. Hırsız acı içinde bağırıyordu. Acıdan bıçağı yere düşmüştü. Adama saldırmaya çalıştı. Sağ elini yumruk yapıp adama vurmaya çalıştığı an, o adam o kolu tuttu ve nasıl bilmiyorum, ama adamı fırlattı. Resmen adam ölüyordu. Hırsıza yaklaştı ve "Bir daha seni buralarda görürsem, kefenini geydireceğim",-dedi. Çok öfkeli bir şekilde bakıyordu. Gözlerinden ateş çıkacak gibiydi. Eğildi. Telefonu aldı. Bana doğru yaklaştı. Telefonu uzattı.
     –Senin galiba?
     –E-Evet. Teşekkürler.
     Telefonu kaptığım gibi kaçtım. Adını bile sormamıştım. Adam arkamdan geliyordu. Hatta koşuyordu. Sapık mıydı neydi? Ben de daha fazla korkarak dört nala koşmaya başladım. Birden ani firene bastım. Karşımdaydı. Ona çarpmıştım. Galiba nereden gideceğimi tahmin etmiş ve kestirmeden benim önüme geçmişti. Arkamı dönüp kaçacaktım ki, belimden, kıyafetimden tuttu. Yukarı kaldırdı. Çocuk gibi çabalıyordum.
     –Hey,hey,hey! Niye kaçıyorsun?
     –Çünki sapıksın!
     Kahkaha atıyordu:
     –Ne? Sapık mı? Güldürme beni. Seni az önce kurtaran kimdi?
     –Teşekkür ettim ya!
     –Dilde teşekkürle kurtulamazsın!
     –Deli misin? işim gücüm var benim be!
     –Tamam o zaman. Büyük ihtimalle kaybolmuşsundur. O zaman seni kendi haline bırakayım.
     Gerçekten de kaybolmuştum. Nereye gideceğimi bilmiyordum. Seyahat etdiğim ilk ülkede nasıl kayb olurdum? Annem beni öldürecekti. Aslında nasıl tepki verirdi tam da bilmiyorum. Tam da arkasını dönüp gidiyordu ki, ona seslendim,yani boyun eğdim.
     –Hey! Dur gitme! Tamam ne istiyorsun? Yeter ki pek fazla sapıkça olmasın.
     Sinsi bir gülüşle bana doğru döndü. Hızla yaklaştı. Geri geri adımlıyordum. Sırtım duva değdiyi an durdum. Yaklaştı. İyice yaklaştı. 
     –Sapıkça olmasın demedim mi?!- diye bağırdım.
     –Hop! Hop! Sen de adımı sapık koydum ha benim.
     –Öğle değil misin zaten?
     –Tanımadan bilemezsin. Peki isteğimi duymaya hazır mısın?
     –İzin ver önce anneme iyi olduğumla ilgili mesaj çekeyim. Meraktan ölmüştür. Her halde... Belki...
     –Tamam.
     "Anne merak etme iyiyim, telefonu geri almayı başardım. Sen eve git, nerede kalacağımızı biliyorum zaten. Gelirim kendim oraya. Hem artık kocaman kızım. Kendimi idare ede bilirim"- diye bir mesaj attım.
     –Evet şimdi söyleye bilirsin.
     –Bana... Bana bir...
     –Ne söyleyeceksen çabuk söyle be! Sapık adam!
     –İlk önce şu konuyu hall edelim. Bana sapık adam demekten, sapık muammelesi yapmaktan vaz geç.
     –Peki ne diye hitap edeğim? Majesteleri mi?
     –İsmimle!
     –Sanki ismini biliyorum da.
     –Sanki sen hiç sordun da.
     – Üff... Neyse, neyse. Tamam. Adın ne?
     Bana yaklaştı. Kaşının birini kaldırdı. Elini uzattı. "Adım Jack",-dedi. Ben de elimi uzattım ve "Ben de Emma",-dedim. Gülümsemiştik.
     –Şimdi nasıl hitap edeceğini biliyorsun.
     –Evet biliyorum, ama ne isteyeceksen aceleyle iste lütfen. Annem beni evde bekleyecektir. Çok geç gidersem, psikopata bağlar. Çünkü annem sonuçta.
     Varis olduğum için bu kadar titiz diyemedim. Dememeliydim de zaten.
     –O zaman şöyle yapalım. Seni eve bırakayım. Akşam on birde buluşalım. O zaman ne istediğimi görürsün.
     –Yuh! On bir mi? Çok geç!
     –Merak etme. Sana bir şey yapmam. Sadece o saatler günün en eğlenceli saatleridir. Ha "Çıkmam",- deyip de kaçamazsın. Yoksa öyle bir kornaya basarım ki, bütün ülke toplanır.
     –Tamam, tamam. Ama niye seninle gelecek mişim?
     –Kaybolmak mı istersin?
     –Taksi çağırırım.
     Birden telefonumu kaptı.
     –Hey ver buraya. Seni koca zürafa.
     –Sen yakalasana. Ya kendin yakala, ya da seni eve bırakayım.
     –Pisilik! Tamam. Gidelim.
     Ve onun arabasına doğru gittik.

     Bu bölümden bu kadar. Umarım beğenirsiniz. Okuyan gözleriniz dert görmesin. Hepinizi çok seviyorum. Eminim ki, gelecek bölümde ve ya iki bölüm sonra sizi şaşırtacağım. Kocaman öpüyorum💖💗💝
    
  
    
    

HER ALEMDE SEVECEĞIM SENIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin