(Ağustos 1256)
"...Düşman kuvvetleri,son anda bize yetişen süvari kuvvetleriyle büyük ölçüde kırılmıştı. Savaş meydanın da hala kan gövdeyi götürüyor, ölüler birbiri üzerine yığılmaya devam ediyordu.Düşman atlılarının açık hedefi olmamak için daha ağaçlık bölgelere doğru piyade kuvvetlerimle beraber çekildim. Adamlarım çok yorgundu, süvari birliklerim düşman atlılarını tutarken bizde ardımızdan gelen piyadeleri ormana doğru çekiyorduk. Üzeri düşman kanı ve yapışmış et parçalarıyla, kıpkırmızı ya bürünmüş kılıcımı sıkıca tutuyordum, arka omzuma saplanan ok hala içerideydi fakat şimdi onu çıkarmak hiç doğru olmazdı.
Düşman piyadeleri bize yetiştiğin de çarpışma tekrar şiddetlendi, adamlarımla beraber hem savaşıyor hemde piyadeleri yavaş yavaş geriye doğru çekiyorduk.
Kan ve ölüm çığlıklarının durmadığı bu dehşet verici ortam normal bir insanın psikolojisini bozmaya yeter de artardı bile, beni avlamak için sinsice yaklaşan bir düşman piyadesi onu görmediğimi sanıyor ve git gide bana yaklaşıyordu.
O sırada benimle çarpışan mızraklının göğsünden kılıcımı çıkartıyordum, omzumda ki ok kaslarımı hareket ettirdiğim zaman bana müthiş bir acı veriyordu fakat katlanmak zorundaydım. Çift elli baltasıyla bana yaptığı saldırıdan sıyrılmayı başararak, ani atağımla sinsi düşmanın boynuna çok sert bir darbe indirmiştim, kılıcımda ki kan şimdi daha da koyulaşmıştı kuruyanların üstü yenileriyle boyanıyordu. Ve bir cesetin üzerine bir diğeri daha yığılmıştı, askerlerime bu durum cesaret veriyordu.
Savaşlarda düşmanı kırıp geçiren askerini kollayan komutanlar her zaman askere cesaret verirlerdi. Düşman piyadelerini yeteri kadar içeri çektikten sonra ormana gizlediğim okçu birliklerinin düşman kuvvetlerinin ardına geçip kıskaç yapması için sert bir ıslık çaldım, bu ıslığım bir hücüm çağrısıydı. Kısa sürede düşmanı arkadan saran okçu kuvvetleri piyadelerin büyük bölümünü kırdı geçirdi, geri kalan kısmını biz halletmiştik.
Meydanda kalan tek tük düşman piyadeleri kaçıp kendini kurtarma derdine düşmüştü, onlarla vakit kaybetmeyip hızla süvarilerin olduğu meydana doğru ilerlemeye başladık fakat orada da çarpışma bitmişti, bir süre sonra etrafta ölüler ve cesetler den başka hiç bir şey kalmamıştı. Savaş kazanılmıştı, askerlerim kılıç, balta ve mızraklarını havalara kaldırıp zafer naraları atıyordu, bense kana bürünmüş bedenim ile sadece önümde ki bu manzaraya bakıyordum. Bir ressamın, vahşetin resmini çizdiği tablosuna benziyordu, ölüler ve cesetler..."
-Giriş-
Bir zamanlar ben, Aranel! Savaşın karanlığının vücut bulmuş hali. Bir yolculuğa çıktım, bu yolculukta 4 farklı kıt'ada yol aldım. Diyarlar gördüm, savaşlara girdim, dostluklar edindim. Krallar tanıdım, bazılarıyla savaştım! Ama peşinde olduğum şeyin ne olduğunu tam olarak bende bilmiyordum. Bir amaca öylesine ihtiyacım vardı ki. Yeniden içimi saran o şiddetli boşluk ve buralardan kurtulma arzusu, beni yeni bir yolculuğa itekleyiverdi.
Bu seferki öyle bir yolculuktu ki aylarca ucu bucağı olmayan okyanuslarda yol aldık. Korsanlarla savaştık, aç ve susuz geçen onca haftanın ardından bir gün rotamızı da kaybettik. Ben ve gemideki mürettebat, aylardır gemide mil alıyorduk. Ama ne kara vardı ne de bir ada, "galiba dünyanın sonuna geldik." Diye düşünmeye başlamıştım, her yeni güne daha da umutsuz başlıyorduk. Yine o umutsuz günlerden birine uyanmıştım...
(Mart 1256)
Hava kapalıydı, güvertede saatlerce okyanusu izledim. İnsanın içini ürperten o gök gürültüleri hiç dinmiyordu, geminin kaptanı mürettebatı sakinleştirmeye çalışsa da fırtınaya yakalanacağımızı biliyordum. Daha önce çok deniz yolculuğu yapmıştım, eğer karada olsaydık mutlaka bir yolunu bulurdum ama okyanusta bir fırtınaya yakalanınca dua etmekten başka yapacak hiçbir şeyim olmuyordu.
Beklediğim gibi akşam saatlerine doğru çok şiddetli bir fırtına boy gösterdi. Dalgaların boyu geminin boyunu aşan seviyelere ulaşıyordu, gemimiz oyuncak gibi bir sağa bir sola savrulup duruyordu.
Bir gece süren bu şiddetli fırtına sonunda, gemi paramparça oldu. Hepimiz suda gemi enkazından kalan tahta parçalarını bulup hayatlarımızı kurtarmaya çalışıyorduk. Suda bir can pazarı yaşanıyordu, güç bela bir odun parçasına sarılmayı başardım.
Lakin günlerdir açtım ve çok yorgun bir haldeydim, artık dayanacak gücüm yoktu. Okyanusun suyu kulaklarımı tıkıyordu, genzime kaçan tuzlu sular işi daha çok zorlaştırıyordu. Çaresizce suya batıp çıkıyordum, diğerlerinin ölüm çığlıkları beni daha çok karamsarlığa itiyordu. Bu okyanusun ortasında nasıl yaşayacaktım ki? Diye düşündüm.
Sarıldığım tahta parçası, üzerimdeki zırhın ağırlığını kaldıramıyordu. Yıllardır bana savaşlarda eşlik eden üzerimden çıkarmadığım o zırhımı atmak zorundaydım. Ama tahta parçasını bıraktığımda suya batıyordum zırhı çıkarmak hiç kolay olmayacaktı.
Önce örme zırhlı eldivenlerimi çözerek suya attım, ardından belimde bulunan, zırhı vücudumda sabit tutan kemerden kurtuldum. Kemerin çıkmasıyla gevşeyen, demirle güçlendirilmiş göğüs zırhımı çıkarmak için iki elimi kullanmam gerekiyordu. "Tahta parçasını bırakırsam suya batar, suyun içinde zırhı üzerimden çıkarır sonra tekrar yüzeye yüzerim" diye düşündüm.
Botlarım da ince demir plakayla kaplıydı beni dibe batırabilir düşüncesiyle onları da çıkarttım. Son olarak üzerimdeki göğüslüğü çıkarmaya hazırdım, bir kaç derin nefesin ardından kendimi suya bıraktım.
Suya batmak düşündüğümden daha kötüydü burnumdan giren tuzlu su canımı fena halde yakmış ve başımı ağrıtmıştı aynı zamanda gözlerimde tuzlu suyun etkisiyle yanmıştı.Kendimi kısa süreliğine kaybettim, ama soğukkanlı olmayı başaramazsam canımı kaybedebilirdim.
Gözlerim yanıyordu, görüşüm bulanıktı her şeye rağmen planladığım gibi göğüslüğü mü belimden çözüp üzerimden çıkarmayı başardım. Üzerimden kalkan bu ağırlık bana kendimi kuş gibi hissettirmişti, hafiflemiştim.
Yüzeye doğru yüzerken kalp atışlarımın normalin üstünde bir seviyeye çıktığını hissedebiliyordum. Ciğerlerimdeki oksijen tükeniyordu gözlerim karardı, kütüğü görüyordum. Son bir hamle ile elimi yüzeye attım, kütüğü yakaladığımda içimde ölüme karşı elde edilmiş bir zafer duygusu vardı.
Yüzeye çıkmamla beraber kan basıncım tekrar normale dönüyordu, temiz havayı ciğerlerime çekiyordum. Ama o kadar bitkindim ki tek bir kasımı oynatacak halim yoktu. Girdiğim en uzun savaşlarda bile hiç bu kadar bitkin düşmemiştim.
En azından hafiflemiştim, gözlerim istemsizce kapanıyordu kendimi tahta parçasına emanet ettim. Ve kendimi sığ sulara bıraktım...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ölüler&Cesetler ( Yazıyor... )
Action- Oradan bakma öyle, içeri de ne ölüler ne cesetler... Kanlı savaşların bitmediği "Kalradya" diyarına yolu düşmüş efsanevi savaşçı Aranel'in gözünden bu diyardaki savaşlara şahit olun!