Elimdeki kitabın arka kapağını ilgisizce incelemeyi bitirdikten sonra tekrar ön kapağına bakmaya başladım. Hoşuma gitmemişti. Yani benim ilgi alanıma girmiyordu. Ama pek fazla kitap seçeneğim olmadığını da biliyordum. Aklıma babamın dün gece bana bu kitabı verirken söylediği şey aklıma geldi.
'' Bu kitapları arşiv odasında buldum. Senin için aldım. Eminim ki kimse yokluğunu fark etmeyecektir.''
Kitaplar seri gibi duruyordu ama birbirinden bağımsız da olabilirdi. ''Yapmak Zorunda Oldukların'' kitabın adı buydu. Düşünmeyi bırakıp arkamda duran ağaca yaslandım ve kitabın ilk sayfasını okumaya başladım.
***********
Kitabın 53.sayfasında dikkatimi çeken altı çizili bir kelime vardı, cümle şöyle başlıyordu:
'' Çarelerin tükendiğinde savaşmayı dene. Ama kendinde savaşacak gücü ve cesareti bulamıyorsan, savaşmaktan ve bu yolda ölmekten korkuyorsan kaçmak bazen en iyi seçenektir. Arkana bakmadan kaç! Çünkü arkana bakarsan, arkanda bıraktıklarını düşünürsün. Arkanda bıraktıklarını düşünürsen, asla kaçamazsın ... ''
Bu altı çizili kelimeye ait olan cümle kafamı karıştırıyordu. Evet kaçabilirsin ama arkanda bıraktıkların sevdiklerin ise zaten kaçamazsın ki. Onları bırakabilirsin, aklın da onları bırakabilir ama vicdanın asla bırakmaz. Tabi kalbinde sevgiye yer olmayan, arkasında bırakamayacağı biri olmayan ve bu kişi dünyanın en bencil insanı ise... Evet, bu olabilirdi. Savaş ... Belki de savaş böyle bir şeydir. Canını kurtarmak için sevdiklerini arkanda bırakmaktır. Ama ya sevdiğin insanlar çok fazla ise? Hangi birini kurtaracaksın ki? Bu saçma düşünceleri kafamdan attım ve kitabı kapatıp çevreyi izlemeye koyuldum.
Anlatılanlara göre 150 yıl önce Dünya'da savaşlar başlamış. Çok büyük savaşlarmış bunlar. İnsanlar ölmüş, şehirler hatta ülkeler bile yok olmuş. Savaştan sağ kalan insanları bir yere koymayı düşünmüşler. Yaşadıkları yere ''Surry'' adını vermişler. Şehrin ilk başkanı, insanları korumak ve dışarıdan gelen tehditleri engellemek için şehrin dışına yüksek bir duvar yaptırmış. Duvarlara da elektrikli teller ördürtmüş. 150 yıl boyunca insanlar bu duvarların içinde yaşamış. Dışarı çıkmaya çalışan herkes ölmüş. Buna teşebbüs edenler de ağır bir şekilde cezalandırılmış. Sonra insanlar kurallara uyunca ve uyum içerisinde çalışınca herkes daha mutlu olmuş. Çünkü yaşadıkları yer artık çok daha güzelmiş. Küçüklüğümüzden beri bize buranın kuruluş hikayesi anlatılır. Fakat ben bu masala hiçbir zaman inanmadım ve kimsenin de inanmadığını düşünüyorum. Sonuçta gözler gerçeği görür değil mi? Yaşadıkları yerin güzelliği şöyle anlatılıyor:
Etrafta ağaçlar, yemyeşil çimenler, çiçekler, hayvanlar, masmavi gökyüzü ve pırıl pırıl göller varmış. İnsanlar Surry'de mutluymuş. Hep beraber mutluluk içinde yaşamışlar. Buna inanmak kolay değil. Çünkü çevrede bu anlatılanlar gibi bir resim yok! Benim gördüğüm; sayıları çok az olan ağaçlar, kurumuş çimenler, gri bir gökyüzü ve mutlu olmayan insanlar ...
Hepimiz aynıyız, her yönden. Aynı kıyafetleri giymek zorundayız, o gün toplu dağıtılan yemeklerimiz ve yemekten sadece verdikleri kadar yiyebilme zorunluluğumuz, geceleri sokağa çıkma yasağımız, kurallara karşı gelince verilen cezalar, habersiz yapılan ev aramaları ...
Buradan nefret ediyorum. Ama en çok nefret ettiğim; bize her şeyin yolunda olduğu, halkımızın yakında daha iyi olacağını ve kurallara uymazsak sonuçlarının üzücü bir şekilde ağır olacağını söyleyip duran Başkan. Sorun sadece onu sevmemem değil, içimde ona karşı hep bir şüphe duygusu var. O gülüşünün ardında, o herkese güven veren sesinin ardında, ve büründüğü kimliğin ardında kim var? İşte benim ona güvenememe sebebim bu. O, yeterince açık değil.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
THE ESC: PLANLANILAN
Science FictionNerede olduğumu bilmiyordum. Etrafta deli gibi koşuşturan insanlar vardı. Omzuma dokunan bir el hissedince korkuyla başımı kaldırdım. Kimse beni görmüyordu, ben görünmezdim. '' Tamam, tamam Roseline rahatla, ben buradayım.'' '' Edward...