Hoseok'un bakış açıcıKaç dakikadır bu şekilde ayakta dikilmiş gülümsemeni, düzeltiyorum kare gülümsemeni izlediğimi bilmiyorum. Sen kimsin bunu da bilmiyorum. Açıkçası amfinin ortasında olduğumu tamamen unutmuş bir durumdayım ve kaybolan benliğimi arıyorum çaresizce. Şu anki içinde olduğum durumu kime anlatsanız 'fena aşık olmuşsun sen', 'ilk görüşte aşk mı?' tarzında artık klişeleşmeye başlayan tepkiler almanız yüksek ihtimal. Ancak ne ben ona aşık olabilirim ne de o bir kız olabilir. Çünkü şu an karşımda duran yunan tanrılarını andıran varlığın kız olma durumu dünya barışı kadar imkansız bir durum.
Profesörün en başta sadece dikkat çekmek için başlayan öksürüğü boğulma seviyesine gelmesiyle tüm öğrenciler ancak bakabilmişti zavallı moraran adama. Benim de dağılan düşüncelerimi toparlamamla seni görebileceğim ama sana uzak olan bir köşeye atmıştım kendimi. Tek omzumda asılı olan çantamı hızlıca çıkarıp önüme notlarımı serdiğim zaman aklıma gelmişti girdiğim ders. Sadece soru sormak için girdiğim bu amfi, benim bölümümden oldukça uzak olan tıp fakültesinin amfisiydi. Uygulama dersi haricinde bu derslere katılan çok öğrencinin olmamasıyla birlikte sınıf oldukça boştu. Sonunda düşen jetonumla önüme serdiğim mühendislik bölümü –yani kendi bölümüm- notlarını toparladım. Kendi dersime yetişmeli ve acilen buradan çıkmalıydım. Peki neden gidemiyordum. Bunda senin, benim gözlerime bakmanın ve gülümsemenin bir etkisi olamazdı değil mi? Tabii ki olamazdı! Sadece saçmalıyordum. Hissettiğim duygular sadece anlık telaştan kaynaklı saçma şeylerdi. Yoksa neden bir erkeğe karşı heyecanlanayım ki? Hala senin gözlerine bakıyorken içimden bunlar geçiyordu. Bu baştan sona yanlış olan, toplumun uydurduğu, kendimi inandırmaya zorladığım düşünceler geçiyordu tek tek.
Bu yanlış 'o bir erkek'
Bu yanlış 'ahlak dışı'
Bu yanlış 'tiksindirici'
Bu yanlış 'babanı düşün'
Bu yanlış 'sırtımda patlayan bir kemer'
Bu yanlış 'piç kurusu'
Bu yanlış 'pat'Bu... yanlış. Bu düşüncelerin her biri o kadar yanlış ki! Bu zihniyet, bu kurallar, her biri...Her biri o kadar yanlış hissettiriyordu ki! Peki ya karşımdaki bu çocuk, neden bu kadar doğru hissettiriyor?
Gülüşü yanlış değil.
Güzelliği yanlış değil
Hepsi de hayatımda emin olabileceğim en doğru şeyler. Bunu ispatlamak için kalbim, hapsolduğu zindandan çıkmak ister gibi kemik parmaklıkları sarsıyordu; yanaklarım tonunu tahmin edemeyeceğim şekilde kızarıyor ve ısınıyordu.
Yine de bunu yapamazdım. Yapmamalıydım. Ne zaman ki kendi istediğimi yapmak istesem bu her zaman kötü sonuçlar doğuruyordu. Gerçekten tek bir şey istemiştim şu yaşıma kadar. Dans akademisine gitmek ve dans eğitmeni olmak...ve belki de hayatımdaki en büyük hayalimdi. Ancak şu an en büyük yıkılışımdı bu isteğim. Ben ki küçük yaştan beri babamın tek bir sözünden dahi çıkmamıştım. O ne derse yapıyor, ona karşı büyük bir sevgi ve yere göğe sığdırılamayacak bir saygı besliyordum. Annem bizi terk ettikten sonra tutunacak tek dalım babamdı. Bu yüzdendi yedi yaşındaki bir çocuğun bu derecedeki itaatkarlığı. Ancak ne zaman on beş yaşını geçtim işte o anda başladı bendeki dans tutkusu. Kendimi uçsuz bucaksız gökyüzünde tek kuş benmiş gibi, kırık kanatlarımla tüm sonsuzluğu keşfedebilecekmiş gibi özgür hissediyordum ilk defa. Annem bizi terk ettiğinden beri ilk defa... ilk defa bu kadar istekle gülüyor ve belki de ilk defa babamdan bir şey istiyordum.
'Baba, beni dans akademisine kayıt ettirir misin?'
Maddi durumumuz iyiydi, bu isteğimin herhangi bir zorluk çıkaracağını aklımdan bile geçirmemiştim. Buna gerek yoktu bile. Ancak yıllardır babamın gözlerinde göremediğim narsist ve daha fazlasını isteyen parıltıları, tek hayalimi dile getirirken görmüş ve ilk defa ürkmüştüm ondan; babamdan.
O gün hayatımda bana hiç sesini yükseltmeyen, her zaman benimle övünen babam; saatlerce bu isteğimin ne kadar saçma olduğunu, asla dansçı olamayacağımı, benim sadece ipleri onun tarafından oynatılan bir kukla olduğumu haykırmıştı yüzüme ve saatlerce ağlamıştım karanlık odamın köşesine sinmiş bir şekilde. Ne zaman ki güneş doğmuştu ve perdesi açık balkonumdan güneş ışınları aydınlatmıştı boğucu karanlığı ancak kendime gelebiliştim belki de. Ancak o zaman fark edebilmiştim tüm geçen yılların boşluğunu. Annemin yokluğunu ve akan göz yaşlarımın hiçbir işe yaramayacağını...
Bunu kabullenmen aylarımı almıştı. Lisemin ilk senesi sona ermişti tam olarak sindirebilmem için. Ufak bir çocukken bana günışığı diye seslenen bir adamın bana kukla demesi canımı yakmıştı sanırım. Ya da sadece tek isteğimin bu kadar şiddetli bir şekilde reddedilişi ağır gelmişti zayıf bedenime. Bundandır belki de birkaç ayda verdiğim bu fazla kilolar. Yine de kabullenmiştim işte. Ülkenin en iyi üniversitesinde mühendislik okuyacak ve zamanla da iyi bir yere ulaşmaya çalışacaktım. Lise ikideki hedefim buydu. En azından başka ellerde şekillendirilmiş ve önüme son haliyle konulan, benden yapılması istenilen şey buydu ve ben buna 'hedefim' diyordum. Dans etme tutkum içimde bir yerlerde yanıp kavrulurken ben sadece ders çalışmıştım. Çalıştım, çalıştım. Sadece çalışarak iki yılımı daha bomboş geçirdim. Ne elimdeki belge ne iyi olan notlarım ne de babamın benimle gurur duyması tatmin ediyordu artık beni. Hiçbir şeyden zevk alamaz hale gelmiştim. Belki de gerçekten bir kuklaydım.
Yaz tatilinin sonlarına doğru babamın aniden iş seyahatine çıkması beni kendime getiren şey olmuştu. Onun yokluğunda sadece dans etmiş ve akademiye girebilmek için sürekli araştırma yapmıştım. O iş seyahatinden döndüğünde tinsel ve mental olarak hazır olmalıydım. Onun karşısına daha güçlü çıkmalı, artık iki yıl önceki halimden eser kalmadığını göstermeli ve kukla olmadığımı bu sefer ben haykırmalıydım onun yüzüne. Sonunda iş seyahatinden döndüğünde saat epeyce geç olmuştu ve sabaha ertelemiştim kendimce adını verdiğim yeniden doğuşumu. Sabah ise saat dokuz civarı... olan olmuştu. Aklımdaki her şeyi söylemiştim ama bu her şeyi daha da kötüleştirmişti. Tüm ipler kopmuştu, beni kontrol eden onun elindeki ipler. Ancak onun yerini zincirler ve kelepçeler almıştı bu sefer. Hiç hareket edemiyor, artık konuşturulmuyordum bile. O günden bana hatıra kalan sırtımdaki kemer izleri, sol gözümdeki morluk ve yediğim onca hakaret olmuştu. Kemer izleri ve morluklar geçmişti belki ama ruhumda her şeyi halen taze bir şekilde taşıyordum. Ben Jung Hoseok on yedi yaşımda hayatın tüm kirli yüzüyle burun buruna gelmiştim. Tabi tüm bu olanlar altı yıl öncesinde ve ne kadar eski kötü anılar olsa da işler hala aynı işliyordu. Ne babam değişmişti ne hayat değişmişti ne de annem geri gelmişti. Her şey aynı düzlükte devam ediyor, ruhuma vurulmuş gem zincirleri asla istemediğim bu hayata yön veriyordu. Yalnız kalmak korkusu, yine kaybetmek korkusu, arkada bırakılan olmak korkusu tüm zihnimi işgal etmiş küçüklüğümdeki nikbin yapımı bozmuştu, yerle bir etmişti. Bu sefer zorla babamın sözünü dinliyor yine o ne derse onu yapıyordum. Yılların verdiği alışkanlık bunu daha katlanılabilir yapıyor, artık o kadar da acımıyordu. Ancak onu görmem tüm düzenimi mahvetmişti. Altı yılda alışabildiğim, kaderime boyun eğdiğim düzenimi... Kim Taehyung beni geçmişe gönderiyor, arzularımı hatırlatıyor, beni kendine çekiyordu. Ve ben bundan ölesiye korkuyordum. Biliyordum ki eğer bu yola girersek yaşayacağımız şeyler hiç de kolay olmayacaktı...