"Delenin kaçıncı kışı, ama o hâlâ masum bir çiçek. Kırılmadan da açabiliyorken..."
-ruru🎶: Myuu/ Reversion 2015
-yukarıdaki şarkıyı açarak okuyabilirsiniz XO-Yeşil çayı dozundan fazla içtiğinde düzenli kullandığı ilaçlarla karıştığı için ölen birini görmüştüm orada burada, bir haberde. Kupanın ağızında dolaşan parmağım, içinde bardak altı kadar kalan çayın kupasındaki dudak izlerimi cinayet parmak izini siler gibi temizliyordu. Ya da ben hayalperesttim ve az önce kapattığım Zweig kitabından fazlaca etkilenmiştim. Zweig... Gün doğumundan aldatılmış adam, yakamoza ebediyen hoşça kalamayacak bir vedayla karanlığı düşürmüş adam... Hüzünlü bir hoşlukta şimdi, sevdiği kadınla.
Farklı bedenlerin içinde dünyaya gelip kendi dünyanın sonuna eşlik edebileceğin birini bulunca güneşin doğuşu da batışı da mühimiyetini kolayca kaybedebiliyordu. Evren bu kadar tuhaftı, ufacık bir detayı tüm güzelliklerinden vazgeçmeye yetebiliyordu. İnsanlar belki de bu yüzden yaşamak için küçük bir nedene tutunabiliyordu, en dipteyken. Ve ufacık bir nedenden düşüyorlardı gökten. Dip nedir ki, boğabilecek gücü damla damla akıtan bir canlı için? Tutunamamak.
Battaniyemi üzerimden atıp mutfak iskemlisinden kalktım. Camın kenarına koyduğum kırmızı bardağımı da alıp gök gürültüsünün arada kendini "burada!" diyen bir çocuk gibi bağırarak belli ettiği o kasvetli havanın yansıdığı ıslak camımıza baktım. Sanki şehrin ışıkları yalnızca bizim evimizden görünüyormuş gibime geliyordu.
İçindeki insanlardan dolayı, içimde yetiştirdiğim insanların yuvasından dolayı.
Bardağı bulaşık makinesine atıp kapağı kapattım. Sandalyede bıraktığım battaniyemi tekrar omuzlarıma attım ve pencereden izlediğim o kasvetli güzeli bir de yakından hissetmek istedim. Dokunmak, bulanmak... Islanmak.
Şemsiye almadan, şapka takmadan yağmura hazırlandım. Bir mont ve kalın pantolon, kazakla. Çabucak geçiriyorum ayağıma botlarımı, çünkü su birikintilerine atlayacağım. Kaç yaşındaymışım ki, on yılı başka bir hayatta bırakıp reenkarne olan dokuz yaşında.On dokuzum ve annemin bana bu havada dışarı çıktığım için kızmasından korkarak gizlene gizlene evden sinsice çıkıyorum. Dışarısı bayram günü, ben sekiz yaşındayım. Gökten şeker yağıyor. Islanmaya gidiyorum. Ancak annemin yukarıdan gelen sesiyle irkilip merdivene doğru çekingen bakıyorum.
"Ankara çamaşırları toplasana!"Tam o an annem elini üzerindeki önlüğe kurulayarak geldi ve beni adeta suçüstü yakalandı. Eyvah! Kaşları hafifçe çatıldı ve bu halde nereye gittiğimi çözmeye çalıştı. Üzerimdekileri inceledi, "Bir yere mi gidiyordun?" diye sorduğunda aslında "tabi ki bu havada bir yere gitmiyorsun" demek istediğine imzamı atardım. Düşün Ankara, doğru düzgün bir bahane uydur ve çık evden. Gözlerini sakın kaçırma!
"Bakkala borcum var." İnsanlarla doğru düzgün iletişim dahi kuramayan ben mi borcumu ödeyecektim? Saçmalığın böylesi. Hemen dış kapıyı açtım, kendimi dışarı atıp annemin bir şey demesine bırakmadan kapıyı kapattım.
Çekip kapattı kapıyı genç kadın. Sanki dört duvarla çevrili evrende mana yoktu, onun varsa yoksa davası zaman boşluğuylaydı. Ah... bu yağmurlar saniye saniye damlarken bir kalp atışı kadar gerçek, gerçekti.
Saç diplerime dokunan çokça parmağın sahibi göğe kaldırdım başımı ve yüzümü parmak uçlarındaki şeffaf boyalarla bezemesine izin verdim. Hava soğuktu, rüzgar içime içime ulaşmak için sabırsızdı. Sıçrayan su birikintilerinin araba tekerinin altından kaçış sesi, arada hissetlenen bulutların çarpışması, koşuşturan insanlar ve dinlemediğim uğultulu konuşmaları, yetişme telaşları, bir lütfun altında bihaber umursamazlıkları, aceleleri, hızları... Ben! Ben ve durağan halim. Ben ve açılan kollarım, göğün ruhumu, bedenimi etraftan izole edişine seve seve kayıtsız kalışım. Zamanla yarışan dünyanın fütursuzca etrafa püskürttükleriyle çamura bulanan ayakkabılarım, dilime dek tadını bırakan kirli su damlacıkları... Lütfu lanet etme derdinde insanlar...
Adım Ankara, bir kaldırımdan tek adım yola atmış, kollarını iki yana açıp adını aldığı şehirden uzakta bir yerde en öfkeli havalarda ortaya çıkan gölge. Kapşonunu yazın takıp kışları sırf yağmurları sevme uğruna kulaklarını üşüten, kitap karakterlerinden kopyladıklarını rüyalarına alan, onlarla ara sıra aynı battaniyeyi paylaşıp penceresini izlerken omzuna yatıran kadın.
Kaldırım taşlarında aynı renklere basa basa ama yolda çizgilere basmadan yürümeye çalışan insanlardan sadece biri.Annem ve babam birbirini bu havaların birinde bulmuşlar, Müzeyyen sevmez ama ben o anın hoşluğunu sahiplenirim her zaman.
Hele ki burada, Muğla'da yağmur yağarken...
Başka. Bambaşka olur içim.
Burada bazenleri aşıklara rastlamak mümkün oluyordu, bir kitapla kendilerini yağmurdan korumaya çalışanlar, koşarken el ele olduklarını çaktırmadan fark edip gülerek bir çatı arayanlar, başını pencereye dayayıp dünyadan uzaklaşıp düşünceleri içinde yaşayanları ve onların kalp kırıklarını... Hissedince daha ait hissediyorum kendimi, yaşama.
Ben de bir kaldırıma oturup onları seyredip kendi küçük kitabıma onlardan anlar yazıyorum zihnimde. Mesela şu ağacın altında bir kadın olsun, koşa koşa şemsiye yetiştiren takım elbiseli bir adam? O kadın Müzeyyen olsun mu, Arif de olsun öyleyse. Müzeyyen sevmez böyle atmosferleri, hele ki gök gürültüsünden nefret eder çünkü yüksek ses fobisi vardır. Bundandır ki ufacık çiselese korkup eve yetiştirir içindeki o küçük korkak çocuğu. Annemin dizinin dibine sinip "benim," der. Yani "Saçımla oyna," demek oluyor bu. Müzeyyen'in kalbi o sarı saçlarıyla yer değiştirmiş gibiydi, saçlarına dokununca yüreği mırlardı sanki. Gözleri kapanır, uyuyormuş gibi huzurla rahatlardı yüzü. Kaşları önce çatılır sonra ise güvenli hissettiğinde huzurla gevşerdi. Annemin avcuna yanağını iyice yerleştirirdi. Ufacık hareket etse uyanırdı. Aynı korku geri gelirdi hemen.
Gök gürlemesin öyleyse. Müzeyyen ıslanmasın çok. Arif'in yetişmesi gerek! Şemsiyeyle koşarken su birikintilerine çarpa çarpa ilerliyor, üstü başı çamur içinde. Endişeli bir yüzle Müzeyyen'e bakıyor. Elindeki şemsiye... Gri olsun. Arif ona bir poşette ıhlamur getiriyor olsun. Müzeyyen bayılır. Uzatsın eli ıhlamurları, Müzeyyen'le buluşsun...
Tam o an geçen arabanın sıçrattığı çamur kütlesinin altında kalmamla düşlerimden tepetaklak şu oturduğum kaldırıma çakıldım.
Ellerimle gözlerimi perdeleyen çamur kütlesini aşağıya doğru sıvadım. Ağzıma gelen sulu toprak tadı midemi bulandırırken geçip giden arabanın ardından baktım. Tam o an düşlerim başımdan aşağıya yıkıldı ;kalbim sancıyla kıvrılmaya başkarken buz kesilmeseydi bedenim, şu kaldırım benim yuvam olan rahim ve bense onun cenini gibi kalırdım.
Huzursuzluk, saf bir huzursuzlukla doldu içim. Hava karardı, yalnız... çok yalnız olduğumu hissettim. Tehlikede olduğumu... Sancıyı, içimde doğmayı bekleyen büyük bir sancıyı.
O araba kimin bilmiyorum, hayatımda ilk kez görüyorum. Ancak hissedebildiğim katıksız huzursuzluk tesadüf değildi.
Kalktım ve yavaşça eve doğru yağmurun çamurumu sersemce üstüme daha da yayarken eve doğru yürüdüm.
Yağmur durdu, gölge oldum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ankara Zevcesi
Genç Kurgu. . Biri öldü, biri acı çekti ve birini ruhu topraklar ardında yas tuttu. Toprak deşildi, tırnaklara vicdan maktülleri bulaştı. Geçmişin yarasından kanamaya var mısın? . . . "Keşke uçabilseydim, doldursaydı kanatlarım senin uçurumlarını da sana ufac...