Bölüm|3

30 2 0
                                    

"Ağlamak için gözden yaş mı akmalı, dudaklar gülerken insan ağlayamaz mı?"
-Victor Hugo

🎶:Myuu/Collapse

-üstteki şarkıyı açarak, kulaklıklarınızla okuyun XOXO-

Ev dereotlu kurabiye kokuyordu.
Annem fırının kapağını şimdi kapattı ancak koku çoktan eve dağılmıştı. Uzandığım koltukta bu mis kokuya karşı dudaklarımı yalayıp beş yaşındaki Ankara'ya döndüm. Yaramazlık yapıp bir tanecik kurabiye çalıp kaçabilirdim belki. Tıpkı eski günlerdeki gibi... Hiç büyümemiş ve büyütülmemişim gibi...
Çamurlar içinde bir sokak kedisi gibi kapıda dikildiğimde annem kapının önünde eteklerinden çamur damlayan ceketimi ve sünger gibi olmuş çoraplarımı çıkarttırdı. Birkaç dakika benim akıllanmaz biri oluşuma söylendi ve bakışlarımı gülerek devirince de cimcikledi, sanki ben küçüldükçe o da benim küçüklüğümdeki kadın oluyordu. Her geçmişe döndüğümüzde bizimle dönenler gibi, insanın hafızası bir zaman makinesi olmamasına rağmen hatıralarda başarılı oyunlar çevirebiliyordu işte. Sen de bu oyunda bir parçasın anne, attığın cimdik en az acıtan yerime denk geliyor hep. Rastgele mi bu, değil. Biliyorum.
Küçüklüğümden.
Bu dünyanın kötü bir yer olduğunu duydum senden anne ama sen dokunduğunda insanlar için ileride hep bir şans daha tahammülüm olacakmış gibi hissediyorum.

  Direkt banyoya koştu benimle ve beni orada bırakıp bir sabuna dönüşene dek,  güzelce temizlenene dek çıkmamı istemediğini bakışlarıyla yeterince belli etti. Kapıyı örtüp çıktığı. Pazar günü akşamı, ertesi güne mis gibi olmak için hazırlanan 5 yaşındaki Ankara olduğum zamanlara döndüm, hatta belki sokakta oynadığından üstü başını haddinden fazla kirlettiği için azar işiten 5.yaştım bugün. Hatta her ikisi de? Annemin köpüklerle gözümü istemeden yaktığında acımasızca onu babama şikayet ettiği zamanlar gözümün önüne geldi. Büyüyeli ne çok olmuştu.
Büyümek ne demek ki, zaten?
Bizi büyüten etraftamızdaki yaşlanmış kimselerdi. Hatıralara bile geri dönememekti.
Hâlâ zaman geçmemiş, kimse büyüyememiş. Bir çocuk yuvası gibi içim, birbirine bağlı küçüklerle dolu.
Salonda koşuşturup yakalamacılık oynayan Müzeyyen ve ben, masanın köşelerine sürekli kolunu bacağını vurarak kaçmaya çalışan ben... Fırsatı bulunca koşa koşa mutfağa gidip annemin eteğine saklanmayı özlediğimi fark ettim. O zamanlarda bunu yapmak yine değerliydi çünkü Müzeyyen hep çok hızlı koşardı, aletizme bile başlamıştı ancak anneannemin ölümünden sonra onu mutlu eden her şey gibi bunu da olduğu gibi küçüklüğünde bırakmıştı. Müzeyyen bir ölümle çocukluğunu geride bırakıp kaçmıştı. Müzeyyen koşmayı bıraktığında büyüdüğümüzü anlamıştım. O çocuk yuvasında büyüyen tek çocuğum Müzeyyen'di ve ben onun çocukluğunu taşıyordum. Peşinden sürüklüyor, ne vakit dönüp bakacak olursa asla geç kalmadığını görmesini istiyordum. Ama o hüç dönüp bakmadı. Bir bavula bile doldurmadan geçmişi, terk edip gitti hatıraları. Bir ölüme geç kalınca zaman önemini böyle kolay yitirebiliyordu.
İnsan tek bir kişiye geç kalınca, sonrasında kimseye yetişmek istemezdi. Müzeyyen onu ayakta tutan ayaklarına geç kalmış gibiydi. Artık ne ayakta durabilir ne de koşabilirdi. Müzeyyen ayaklarını kaybetmişti. Ona kanatlar verebilmeyi ne çok isterdim. O uçup gidebilse bile ben bir şekilde yetişirdim. Yetiştirirdim terk ettiklerini. Zorunda bırakıldıklarını.
Şu ahşap masanın köşeleri ben bir defasında düşüp kaşımı oraya çarpıp yardığımda anneannem tarafından zımparalanmıştı. Ah anneannem, ablamın zifiriliğine gömülen hayali kadın... Eğilip dizlerimi yere doğru uzattım ve bacaklarımı kırarak otudum. Yavaşça halıda sürünerek masaya ilerledim. Parmak uçlarım o hayali kadına dokunur gibi zımparalandığı için ahşabın koyu renginden çokça farklı olan tonla kapatılmış zımparalı köşeye dokundu. Bir yavru kediyi okşar gibi, sanki en son anneannemin parmak izi orada kalmış gibi ürkek bir hüzünle hissettim yüzeyi. Ensemden hafif bir 90'lardan gelmiş yaşlı parfümü esti. Perdeler uçuştu, cam açık değildi. Çocuklar koştu zihnimde, çocukluğuma takılıp düştüler. Müzeyyen'in ağladığı köşeye sürüklendiler. Onu ağlarken görmediler ama ben sırtı dönük olmasa dahi bilirdim ağladığını. Onun yaşları benim yüreğimden sızardı.
Gözlerimi kapatıp dinledim. Rüzgarın uğultularını, zamanın aldıklarını. Zımparalı köşede kalmış kadını ve yaşlılığını. O köşeyi yeni bir boyayla kapatmaya çalışan iyi yürekli babamı... Aslında bir köşeden daha çok kapatmak istediği yaraları biliyordum. Babam güzel bir adamdı, yadigarları acıtmayacak şekilde biz büyürken bizle eskitir ancak asla onları örtbas etmezdi. Tıpkı bu masa köşesi gibi. Hep sırıtacak bir yer bırakırdı. Yaralardan kalan kabuk izleri gibi. Baktıkça canımız acımaz, sanki iyileştiğimizi simgelerdi o izler. Ama hayır, kimse iyileşmemişti. Biz o izlere gömüldük ve yalnızca altından da yaşayabiliyoruz. Tıpkı senin gibi, sizin gibi. İçinde acıyla nefes alan herkes gibi. Bazı acılar bir süreliğine buna değer. Bir gün burada bir şeyleri bırakıp yeryüzümize çıkacağız. Bıraktıklarımızın üstüne basa basa ayağa kalkacağız. Kalkacağız değil mi, Müzeyyen? Umudum var benim. Anneannemin en sevdiği huydur bu umutlu olma işi.
Anneannemin yanağıma bıraktığı o ıslak öpücüklerle içeriyle doğru battı yanağım o an. Bir yerlerden bana "aferin" diyor sanki. Sanki şu an beni öpüyor, içim kıpır kıpır oldu. Üstünde çiçekli bir elbise, her zaman begonya kokan, uzun, tertemiz elbiseleri... Sağ elinin serçe parmağında ince halka yüzüğü ve evinde tahta zeminde takır tukur dolaştığı rugan, topuklu ayakkabıları...Saçları her zaman taralı ve dümdüz. Gözleri yorgun bir kahverengi... Dedemin dildârı... Nazendesi, dilhun seslisi.
Dudaklarım aralandı.
"Bırak küçük dağlar, yerinde dursun."
Gözlerimi açtığımda perdeler uçuştuğu o yükseklerden yere serilmeye kuruldular ama kornişleri idam ipleriymiş gibi asıldılar o an. Begonya kokusu evin tavanına yapıştı, uzaklaştı benden. Ama bu odadan, bu evden çıkmak istemedi. Hafifçe gülümsedim.

Ankara ZevcesiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin