🎶 : Taksim Trio/Lotus Feet
"Çiçek Edipoğlu,
Ben şimdi 21'im ve biz hiçbir şey değiliz yine, sen benim için açmadığım o pencere, cevabını beklemeyi bıraktığım mektup, bir kelimesini anlamak için onlarca yılımı heba etmeyi bırak, artık bir kelimesinde senin geçtiğin yolların izi vardır diye açıp okumaya korktuğum o şiirsin. Ne unuttum seni ne de hatırlıyorum, öylesine yolda yürürken omzuma çarpıp giden yabancılardan birisin ve belki de en kötüsü bu. Ben hepsine alışmışken, hâlâ her bir "pardon" da, her bir yabancının bilmeden beni acıtışında seni buluyorum. Baktığım ve "önemli değil" dediğim her yüzde senin bana yaşattığın sancının özrünü kabul ediyorum. Gururum, çocukluğum incıniyor böyle anlarda. Ve sonra yine geçip gidiyorsun kalabalıkla. Yine umursamıyorsun bu incecik ruhumun nasıl kana kana su sızdırdığını.
Sen artık kalabalıksın ve buna rağmen biz hiçbir yerden tanıdık değilmişiz gibi yaşamalıyız aynı odada. Daha fazlasına artık yetmiyor yüreğim, silmeliyim izlerini yavaşça. Çünkü bana bir karanlık bıraksan da bir kadın sayesinde, bir yıldız için bin geceden en güzeli olmak istiyorum. Sen benim yatağımın altına canavar diye itelesen de o senli şiirleri, sevdiği kadın rüyasına girecek diye takım elbisesiyle uyuyan o şairi sevdirdi bana benim sevdiğim hanımefendi. Sevda buymuş, sevdanın rahminden doğuyorum 21'imde. Onun "sayesinde". Lakin hâlâ biraz içimdesin ve her yalnız kalışımda yanımda senin boş bıraktığın bir sandalye olacak. Kaçamayacağım. Benimle o odada olacaksın Nasıl tutabilirim nefesimi aynı yaşam ciğerlerimize dolmasın diye, nasıl kapatmalıyım kulaklarımı sessizliğini bastırmak için ya da söyle nasıl sevebilirim bir daha hayatı, bütün şairler senin çocuğunmuş gibi sana yazdığı mektupları okumadan? Şairi sevmek şiirleri affettirir mi? Nasıl kıskanmam ki onları ben anne...
Bu nasıl bir gidişti böylesine dört duvarlı.
Bir oda, bir kalabalık öldürdü beni bu akşam. Bir yaşayış. Bir kapanış. Bir hoşça kal, en çok. Sevda buradan da öpebilir mi beni?"
-Arif Ömer EdipoğluTarakta dolaşan ince, kemikli parmakları saç tellerinden usulca geçti. Sık sık içini çekerken kıvrılan dudaklarına hakim olmaya çalışsa da beceremiyordu. Onu kapının bir ucundan izlerken Müzeyyen olmayı istedim. Arif'in sevgisine sahip olmak için değil, birinin böylesine sevgisine, onu böyle naif bir anına sevdalı gözünden de tanık olabilmek için istedim bunu. Ancak bir taraftan da onların sevdasına tanrı gözünden baktığım için kendi yerimi kutsadım. Onların kalbinin birbiri üzerine örtünmek için hızla çarptığı her ana tanık olmak bir lütuftu zaten.
Hafifçe öksürdüm, kapıyı onu korkutmadan usulca açtım ve Müzeyyen'in odasına girdim. İrkilmeden tarağı yerine koydu. Beni fark edip etmediğini anlamamıştım. Dalıp gitmişti belki.
Müzeyyen'le Arif yarım saat sonra birlikte parka gideceklerdi ancak Arif erkende gelmişti çünkü bu saatlerde annem mayalayıp satacağı yoğurtları sahiplerine götürmeye çıkardı. Arif de rastlarsa yardım ederdi ona. Arif biraz gecikince Müzeyyen yoğurdu getirmeye gitmişti. Yarım saat sonra Arif gelmiş ve gözleri biraz pencereden Müzeyyen'i beklemiş sonrasında onu özlemişti belli ki. Kendisini onun odasında bulmuştu. Müzeyyen'in tarağında kalan saçlarını seviyor, bir bebek uyutur gibi naifçe seviyordu onları.
"Teslim oluyorum," diyerek suçunu kabul etti hemen. Hafifçe kıkırdadım.
"Birazdan gelecek, muhtemelen de şarkı söyleyerek. Benim gibi seni sessiz sessiz yakalamaz yani," diyerek gülümsedim. "Rahat olabilirsin." Bunu demem saçmalıktı aslında. Çok sakindi, öyle huzurlu ve de bitkin.
Tarağın topçuklarıyla oynaraken birden gülümsediğini hissettim.
O gülümserken hep dudaklarını ısırıyordu, yalnızca Müzeyyen'e gülerken kendi canını acıtmadan güzel gülebiliyordu sanki. Ona gülerken kendi haline de güler gibiydi, gözlerini sık sık kaçırır ve çocuk gibi annesinin eteğine saklanmak ister bir hale girerdi kocaman çocuk. Elleri titrer, sık sık ceketini düzeltir gibi yaparken aslında terleyen ellerini silerdi. Utandığında kaçmam isterdi, ayakları onu götürmezdi bazen. O da bu yüzden elleriyle oynardı. Parmak uçlarını çekiştirmek, ellerini kenetlemek, parmaklarını baş parmağıyla sırayla ve hızla saymak...
Boyu çok uzundu ancak mesele Müzeyyen'se başı hemen boynuna doğru yatıyordu. Mahçupluktan küçücük kesiliyor, gülümsemesini ona saklamak için dudaklarını hep birbirine bastırıyor ama ufak gülümsemeler hep açıkta kalıveriyordu. Şimdi ise öyle değildi. Sakindi, bir yaşlı kadar sakindi.
"Ankara," deyiverdi aniden, bana dönerek.
"Efendim." Ciddileşti biraz, düşündü. Toparladı kafasındaki satırları, dizdi onları iki saniyede.
"Onun en güzel yaşını söylesene bana?" Bekledim... Müzeyyen'i düşündüm, geçmişimizi düşündüm, geceyi düşündüm, o üzgünken yağan yağmurun bile tuz koktuğu zamanlar burnumu yaktı. Kucağım ağırlaştı, o güzel kadının bana sığındığı karanlıkta takılıp düştüm sanki. Dizlerimden geçmişte beraber açtığımız ama ona kanayışını hiç göstermediğim ve ondan "geçti" öpücüğünü hiç almadığım yaralarım açıldı. Sabahında ben uyurken oraya yara bandı yapıştıran bir Müzeyyen'in başımda beklediğini bilerek uyandığım zamanlar... Yavaşça doldu gözledim Arif'in önünde, geceleri kabus gördüğünde benim kokumu duyunca sakinleşen kız çocuğuna sarıldığım yaş geldi aklıma. İlk kez turna kuşu yapabildiğimde onu alıp anı kutusunda yıllarca saklayan kız geldi, ağlarken ben üzülmeyeyim diye gülmeye çalışan kız... Ve bana yemeğin tuzu olmuş mu diye şeker kaşığında yemek tattırırken bile ağzımın yanmasından çekinerek dakikalarca tek lokmaya üfleyen kız...Müzeyyen'in her yaşı yaralarından, yüreğinden güzeldi. Ancak onun en güzel yaşı tarifsiz, Arif'ti. Biliyordum. Çünkü Müzeyyen Arif'te yaralarından bir kadın olmadan onun sevgisinden doğurmuştu kendini. Tensiz, bedensiz, yara alabilecek her fani yanını bırakıp sadece kalbiyle vardı karşısında. Kendi kendisini tanrı etmiş ve Arif için direnmiş, iyileşmiş ve yeniden sevebilmişti. Lakin ne yazık ki kalp kemikleri batmayan ama kanarsa içindekinin nefesini kesebilen acımasız bir organdı. Müzeyyen ve ben bunu öğrendiğimizde küçüktük. Şimdi onları böyle gördükçe ödüm kopuyor sanki. Ben o karanlıkta oturup bekleyeyim ama ne olursun onlar hep bir ağacın gölgesinde gülümsesinler. Bir yürek boğulacaksa benimki boğulsun, bir yara öpülecekse benimki olsun. Bunları nasıl açıklayabilirdim Arif'e bilemedim. Nasıl anlatılır bilemedim.Oysa benim kalbine dokunurken parmaklarındaki yara izlerini ona bulaştırmamak için parmak uçlarını kesmiş kadındı Müzeyyen. Bu anlatmaya yeter miydi ki?
Ah sende sevda ağır bir roman, Müzeyyen. Ne desem işine gelmez, ne desem işitmezsin. Burnu havada o güzel çocukluğumun heveslediği en pahabiçilmez parkı, oyuncağı, anne kucağısın.
"Bilmem. Biz beraber büyüdük, Arif. Baksana senin de benden bir farkın yok. Onun karşısında kim dursa biraz geçmişe gider, kendini geri bırakır. Müzeyyen de bıraktığın yerden sarılır sana. Zaman yoktur onda. Kaç yaşında ona rastlarsan o zaman, " en güzel zamandır"."
Başını usulca eğdi ve tarağı tekrar tuttu. Parmakları okşarken saç tutamlarını, iç çekişlerini bastırmaya çalışmasına rağmen göğüs kafesinden dolup taşan kuşun kanatları sarkıyordu biliyordum. Kuşun nefesi daralıyordu, mesele Müzeyyen'se.
Cevap vermedi, sanki devam etmemi ister gibiydi. Söyleyecek ne çok şey vardı oysa ben tek kelam çıkaramıyordum dudaklarımdan. Öyle doluydu ki cümlelerim, dudaklarımdan çıksalar havaya bir nefesle karışmaktan ve de öylece kaybolmaktan korkuyorlardı. Bundandı belki de sadece gözlerime doluyorlardı.
Ufak bir tutamı taraktan parmaklarının arasında alıp çekmeye başladı. Küçük bir yumak haline gelene dek yavaşça buna devam etti. "Keşke zamanın bıraktığı yerden sarıldığında yüreğim yetebilse ona."
Bana baktığında gözlerinin renginin koyulaştığını, baygın bakan gözlerinin kapaklarının o an ona daha da ağır geldiğini hissettim. Gözlerinin altı uykusuzluktan koyu olurdu ancak bugün o koyuluklar gölge gibiydi. Günlerdir uyumuyordu belli. O an bu dünyanın en önemli sorunuymuş gibi aklıma takıldı bu. Kaşlarım çatıldı.
"Arif kaç gündür uyumuyorsun?" Omuzlarını silkti.
" 'Zamandan' beri." Dediklerime bir atıf yaptı ve hafif alayla gülümsedi.
"Müzeyyen'i düşünmek uykularını mı kaçırdı yani?" diye sordum onun gibi alayla karışık kıkırdayarak. O an aynaya döndü. Aynadan bana bumbuz bir ifadeyle baktı. Öfkeli değildi. Hatta öyle değildi ki, bir hiç gibi baktı bana. Karşısında bir yokluk var da ondan uzaklaşmak ister gibi. Öyle ürktüm ki gördüğüm suretten, yaslandığım kapının pervazının arkasına saklanmak istedim. Öyle baktı ki, Müzeyyen olup onu omzuma yatırıp bu yüzündeki ifadenin suçlusunu sormak istedim. Ancak bir taraftan da dehşete kapılarak ona tek kelime etmeye korktum. Ya da belki de onun şu an zihninden geçenlerden korktum. O güzel ruhunu bir anda böyle sancıtan her neyse ondan ürktüm. Ve ben bir beden kadar uzakken böylesine tedirginsem, onun ruhu nasıl başa çıkıyordu o gölgelerle böyle anlarda?Gözlerini kırpmadan bana bakıyordu, çığlık çığlığa kavga eden insanları olduğunu o an ilk defa hissettim. Benim insanlarımdan farklı, diğerlerinden çok gayrıydılar. Kocaman bir davaları vardı, yıllanmış gibi.
Arif'in davası, mebusta askıya alınmıştı belki de. Hatta yıllar bile önce."O tarak senin olsun, söz söylemem." diyerek konuyu değiştirmek istediğimde dudaklarını araladı. Tek kelime etse yığılıp kalacaktım sanki. "Anlasa da kızamaz ya sana, merak etme." Bana bakıyor ama beni dinlemiyordu. Sonra bir an, sadece birkaç saniyede dudakları aralandı, arkasında bir ordu insan onu bıçaklamışçasına canının acıdığını hissettim gözlerinden. Bir nâra aktı elmacık kemiğinden. İçimdeki korku yavaşça yerini şaşkınlığa ve en çok da koşma dürtüsüne bırakırken o da ben de olduğumuz yerde kaldık. O dava sonuçlanmış, Arif idama çarptırılmıştı. Bir masum kalp asılmamak için can çekişiyordu karşımda. Ağzımı açıp soramadım ona, "ne oldu" diyemedim. İlk kez, kelimeler bu kadar sert vurmuştu ruhuma. Nefesim kesilmiş ve ağzım açık kalmıştı karşısında. Yüzünü çabucak sildi.
Gözleri benden uzakta, avuçlarındaki saçlarda. Onlara atıf eder gibi okumaya başladı:"elbet hep böyle geçmeyecek ömrüm , biliyorum
bu çeşit yaşamak , zor.
kimbilir tanrım , kimbilir
hangi güzel yerde beni ,
hangi ölesiye sevda bekliyor ?..Turgut Uyar'dan mırıldandığı bu dizelerle birlikte ayağa kalktı. Tarağı yerine koydu. Bana baktı, onu anlamayan bakışlarıma "sorun değil" der gibi. Ama içten içe bekliyordu hâlâ. Onu, o bir şey demeden anlamamı... Onu duymamı... Onu görmemizi istiyordu.
Ancak ben onu duyamadım, o da uykusuz kalmaya muhtemelen devam etti.Ve Müzeyyen kapıyı çaldı.
Arif de okuduğu dizenin "sevda"sına doğru yanımdan geçip gitti.
Biz onu hiç anlamadık.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ankara Zevcesi
Novela Juvenil. . Biri öldü, biri acı çekti ve birini ruhu topraklar ardında yas tuttu. Toprak deşildi, tırnaklara vicdan maktülleri bulaştı. Geçmişin yarasından kanamaya var mısın? . . . "Keşke uçabilseydim, doldursaydı kanatlarım senin uçurumlarını da sana ufac...