"İçimdeki çocuk üzgün. Bayram sabahı ölmüş...
süt verdiği sokak kedisi."-ruru
🎶 Ed Carlsen/ Yearn
Ben toprağın üstünde çürümekle yükümlü cenazelerden olamam.
Attila İlhan seveceğim.
Mesela kaldırımda çizgilere basmadan yürümeye çalıştıkça yaşım düşecek, yüreğim daha da ağır gelecek.
Ağlarken aynada kendime bakıp ıslak yüzümle ne de çirkinleştiğimi izleyeceğim. Ağlayınca çirkin olunduğunu söylemişti birileri. Onların çirkinlerinin kılığına gireceğim.İçime gözlerimi yumup diğer insanların görebileceği perdemin ön yüzünü seyredeceğim. Sonra halime kahkaha peydahlayacağım. Bu kahkaha perdenin arkasında kalan denizler için olacak. Bu kahkaha tüm çirkinler için olacak.
Fazla sürmeyecek.
Bir an önceki hüznüm örtülecek kıvrılan dudaklarımla.
Rastgele çalan bir şarkıya da sevinirim, canımın çektiği yemeği ocakta pişerken görünce de.
Eğer istersem toprağın altına gömülür çürürüm elbet. Lakin istersem bir çiçek gibi köklerimi balerin eteğine evirir, uzanırım paslı göğe.
Mesele toprakta değil. Ruhumdaydı.
Mesele ruhumun davası.Perdelerin neresinden hayatını izlediğimle alakalı.
Benim perdelerim on sekiz yaşımda, Müzeyyen'e sevdanın rahmini atıf eden anneannemi kaybettiğimde orta yerinden yırtıldı. Dışarının karanlığını sırtıyla kapatan o güzel kadınla vedalaşırken karanlık onun terk ettiği yere sindi. Ne tuhaftı, güneşi örseleyen biz insanların yas zamanı karanlıkta çırılçıplak kalınca vücudu kanla dolu olmasına rağmen içinin cayır cayır yanması. Üstümdeki kıyafetlerden, saçımın rengine dek anneannemin bende bıraktığı izlerle doluyken nasıl alışacaktım, nasıl üflerdi bir insan kendine, dudaklarına nasıl kıyar nasıl böylesine acır kendine? Ey tanrım, neden hep güzel çiçekler toprağa erken çekilir, göğü bu kadar güzelken? Anneannemin göğüne bakarak tatmıştı gözlerim umuttan uçurtmaları, anneannemle bağlamıştım bileklerime o uçurtmaların iplerini. Umudun kuklası gibi sallanırken ipi kesilmiş, tepetaklak yeryüzüne çakılıvermiştim sanki. Nasıl iyileşecekti kırk yerinden parçalanan bileklerimin yeni, nasıl öğrenecektim bir daha yürümeyi, nasıl alışırdım kokusu bileklerimde kalan kadını şiirler yazdığı sevdalısına uğurlamaya, neden dikilirdi perdeler içeridekinin duvarları kendi içine yıkılmışken? Bilmiyordum. İçin için kan akıtıyordum acıya doğru. Benden gittikçe can, acıya hayat bahşeden küstahın tekiydim. Kendimi sevdirecek her şeyi anneannemden almışken, o gittiğinde nereden başlayacaktım kendimi görmeye? Değmezdi, güzel ne varsa onunla toprağın altında kaldı. Ben toprağın üstüne defnedildim, o ise altına dikildi. O papatyanın ta kendisiydi, cennette en güzel o kokacaktı.
Ölüm ona uğramamış gibi hâlâ en eftali, en hanımefendi oydu. Yalnızca benim dünyamın değil, Müzeyyen'in de dünyasında güzel olan ne varsa ona tapıyordu. Ve tanrılar nasıl ölürdü? Kim demiş böyle bir yalanı? Yalan. Müzeyyen'in aklını alan, onu ruh sancıları içinde kıvrandıracak kadar kötü olan bir yalan olmalıydı. Hani gerçek böyle kıyabilirdi bir kalbe? Nasıl... Yalandı işte. Kötü olan ne varsa öyle değil miydi? İnandı, kendine söylediği inkarlara bağışladı aklını. Yüreğinin en yumuşak yerine batan kaburga kemiğiydi ölüm. İnsanın içinde onunla yaşayan ve onu canından ederken cinayeti yasallaştıran. Ve insanlar birilerini öyle severlerdi ki, o öldüğünde kendi yüreği kanar ama onun yasına ağlardı. Müzeyyen'in kemikleri hançerdi, battığı yerde onu iki büklüm bırakan... Nereye atsa kendini yine dışarı akıtmıyordu tek damla kanını. Yalnızca biraz, biraz ayakta kalabilmek için aklını yitirdi. Aklını yitirirse kurur sandı yaşları, aklını yitirirse sakinleşir sandı içinde bağıra bağıra ağlayan çocukluğunun. Ağlayan çocuğun önüne bırakılan oyuncak gibi, kendine oyuncaklar aradı, ne tuhaf. Koskoca kadın bir bebeğe dönüştü sanki.
Müzeyyen geceleri uyanıp mutfak dolaplarındaki bardakları çıkarıp gece boyunca dolapları silip başka raflara yerleştiriyordu. Sabahın ilk ışıklarına dek durmadan bardakları dizip dizip tekrar indirip az önce sildiği dolapları tekrar silip yerleştiriyordu. Bizimle konuşmadan, ufacık damla bile akıtmadan, ruhunu cayır cayır yakarken bir an olsun sızlanmadan kendi küllerini topluyordu. Acısı geceleri çözülüyor, karanlıkta oturup küllerini eteklerine süpürüyordu. Sabah kimse orada ne olduğunu, kimin orayı tertemiz bıraktığını fark etmeyeceğine emin olana dek. Onun acısı yalnızca onunudu, geceye bile bırakmazdı. Bencildi.
O dönemlerde sevebileceğime sevdiğim onu. Çünkü birini sevebileceğiniz en masum an onu gözyaşı dökemediği o çaresiz anıdır. Kendi kafesini ördüğü ve oraya kendini hapsetmeye çalıştığı akılsız zamanlarıdır. O aklını yitirdi bense zaman denen o kavramı. Onun aklı oldum, o da benim geçmiş zamanlı cümleleri anmama fırsat vermeyen her zamanım. Onu öyle sevdim ki, onu öyle saklandım ki içime... O benim yasıma değdi, bense onun kanrevanlığına. Yaraya yara değerse şifacı doğarmış. Sevdanın rahminde birbirimize şifacı yarattık. Bir yanı hep sakat.
Kollarımın arasında olmadan uyuyamadığında beni yatağına çağırırdı her gece. Ve her gece onu uyuttuktan sonra kendimi onun sımsıkı kollarından ayırmaya kıyamadan onunla uyumuştum. Uyurken sayıklayan tiplerdendi Müzeyyen, onun söylediklerinden anladığım tek kelime "kalsan" oluyordu. İç çekiyordu sürekli, kabus mu görüyordu bilmiyorum ama uykularımdan onun iç çekmeleriyle uyanıyordum. Sırt üstü yatınca kabus görüyordu. Onun sırtına örttüm en güzel rüyalarımı.
Göğsümün üstünde uyuttum onu.
Müzeyyen'i acısından kurtarmak için içinizdeki çocukları dinlemeniz gerekiyordu. Onları oyalamamız değil. O dönemlerde benim içindeki çocuğun bayram sabahı süt verdiği sokak kedisi ölmüştü sanki. Ben de hem bir kadını hem de bir çocuğu iyileştirmek için kalbimin dediğine uydum.
O yıl üniversite sınavına hazırlanamadım ve şu an mezuna kaldığım için tekrar hazırlanıyorum. Müzeyyen yavaş yavaş iyileşirken anneannemden yadigar sesinin ona yine iyi geleceğini biliyorduk. Yine tıpkı anneannem gibi Zeki Müren'den söylesin, söyledikçe ansın papatya kadını istedim. Kalbini öldürmeye kalkışan o cani yalanın sesinde ilahi bir gerçeğe dönüşmesini istedim. Anneannem de böyle isterdi.
Konservatuar okuyordu ancak dondurmak zorunda kalmıştı. Onu iyileştirene dek, müziğin onu yansıttığı çıplaklığında yaralarını görmek istemedi. Müzeyyen küçüklükten beridir çekingendi. Demişliğim var ya, sevemez. Yüreği yabancıya atması için o yabancıda bir insandan fazlasını görebilmesi gerekir. Tıpkı anneannemde gördüğü gibi, ondan sevilecek ne varsa iliğine kadar kalbine işleyişi gibi, insanlarda gördüğü özel detaylarla onları kalbine saklardı. Ölüm gelene dek kalbinin sıcacık odalarında yaşatırdı, ölüm gelince yüreği morga girer, odaları soğurdu. Odadalar soğuduğu gibi içindeki diğer insanları da can verirdi Müzeyyen'le.
Müzeyyen'de birinin ölmesi demek, ondaki herkesin katledilmesiydi. Müzeyyen herkesi bir sever, bir yaşatır, canını bir aldırırdı.
Onu vicdanımda yamadım. Kimseciklerin parmaklarının değemediği o insani yanımda yeşerdi Müzeyyen. Kırıklarına tütsüler yaktım, ağıtlarından ninniler besteledik. Onun saçlarını yıkadım, onun pijamalarını giydirip yanıma yatırdım. Bana sırtımdan sarıldı, kalbime denk gelmekten korkarken. O odalarından birine ben de yerleşirim de... Bir gün ben de içinde buz tutarım diye. O benim üvey annemdi, beni acısıyla dövüp geceleri sayıkladıklarıyla müjganlarına yaş diye çeken. Hep üveydim onda, bir gün ben de için için onu yaralarsam canından bir parçanın acısına katlanamaz diye. Üveydim ona, daha az canını yakmak için.
Tekrar şarkı söylemeye başladığında ona günlük yazmasını öğrettim. Bana anlatamadığı şeyler vardı gözlerinde, aksın sözlerinden kağıtta yerini bulsun istedim. İlerde ya yakar ya da saklardı.
İnsanlara yaptığımız gibi.
Ya yakarız ya da saklarız.
Bazen yakmak gerek, kendimizi ateşe vermemek için.Pencereme bir selvi kuşu kondu kanadı kırık. Öptüm onun yaralarından, kendi kolumu da sardım ki bana bakıp yaralarımızın paydasından güç alabilsin diye. Bana baktı, benim sargılarımdan iyileşti. Sonra o pencerenin içinde benimle kaldı.
Müzeyyen'in kalbi Ankara oluvermişti. Müzeyyen yaramın zevcesiydi mıydı neydi?Tekrar şarkı söylemeye başladığında iyileşmesinin şerefine müzik ona sevdayı verdi, öylesine birinin sevdasını çalıp getirmedi kanlı avuçlarıyla yaşam. Önündeki kadın bir vefa zevcesiyse nicesinden bir kalbi söküp yaldızla sunmak gerekti. Öyle de yaptı, bir şairin yüreğini kandan, kirden uzak kalmış o tertemiz kalbi seçip getirdi zevceye. Arif'in sevdası Müzeyyen'e sunuldu. Benim öptüğüm yara bir sevdalının yüreğinde kapanacaktı.
Müzeyyen'in penceresinin kenarına bir hediye paketi bırakıp kaçacaktı aklınca ancak bana yakalanarak hayatımıza girdi şair adam. Naif ruhuyla, biraz yoksulluğuyla Arif'i çok sevdim. Sürekli kahverengi çorap giymesini, saçını sürekli sola yatırmasını, gülerken gözlerini kaçırmasını... Arif'in kalbi Müzeyyen'de daha bir güzeldi.
Annem misal, o Arif'e bayıldı biliyor musun? Babam sürekli gazete arkalarındaki fıkralardan okutuyor ona. Çünkü babam yakını pek göremez, gözlüklerini de hep kaybeder. Hali hazırda Arif buradayken ona okutuverir. Ona baktıkça gözleri uzun uzun yollara çıkar, bazense usul usul dolar. Arif misafir çocuğu mazlumluğunda hafif kambur durur ve okurdu. Babam başıyla onaylayarak onu takip eder ve ara sıra ona cümlelerden sınavlar yapar, burada bu malum kişinin davası nedir diye.
Sınavları kendince pek iyi geçerdi Arif'in.
Tavuk sevmezdi, annem de aksi gibi onun geldiği akşamları illaki bir yemeği tavukla yapardı. Yine de çıtı çıkmaz, aç kalsa "ellerinize sağlık" derdi. Naifti, naif.
Ruhu güzel adamın.
Ruhuyla seven adamın.Bana bir keresinde "Ölüm bir ruhsuzluk alayı" demişti.
Böyle bir yüreğin kapatamayacağı nasıl bir yara olurdu ki?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ankara Zevcesi
Teen Fiction. . Biri öldü, biri acı çekti ve birini ruhu topraklar ardında yas tuttu. Toprak deşildi, tırnaklara vicdan maktülleri bulaştı. Geçmişin yarasından kanamaya var mısın? . . . "Keşke uçabilseydim, doldursaydı kanatlarım senin uçurumlarını da sana ufac...