Karşımda öylece durup bana bakan adamdan gelecek cevabı beklemeyi sürdürdüm. Şaşkınlıktan kaşlarını hafifçe kaldırmış; ki bu alnının kırışmasına sebep olmuştu, dudakları da şaşırdığını belli edercesine aralamıştı. Koskoca adam, öğrendikleriyle öyle masumca donup kalmıştı ki, kardan ve yağmurdan dolayı üşüsek bile o ara ikimiz de koşarak bir çatının altına girmeyi akıl edememiştik. Bunun daha ne kadar devam edeceğini merak edip, ona yaklaştım ve kitabı saran kollarımdan birini çözerek onun yüzüne doğru salladım. "İyi misiniz? Yaşamsal bir faaliyet gösterin lütfen." dedim hemen ardından. Ancak o, ağır hareketlerle ve süzüle süzüle göz kapaklarını indirip geri açmakla yetindi, peşine titrek bir nefes aldı.
Ve işte o an Kim Taehyung'un avuçları, ikinci kez terledi. Günahkar kalbi, aklına, umut vaadeden şu cümleleri fısıldadı. "Sana bakıp iç çekmemek mümkün değil, çocuk."
"Ah çok ıslandık!" diye söylendim. Tüm yağmur sularını üzerime toplayan hırkamı çıkartıp, başımızı yağmurdan korumak için onu ikimizin de başının üstüne tuttum. Bu saatten sonra pek işe yarar mıydı bilmiyordum ama en azından saçlarımız daha fazla ıslanmayacaktı.
"Gidelim mi artık?" diye sordum bu yüzden de. En azından sokak ortasında kalmak yerine, bir evin çatısına sığınmamız gerektiği kanaatindeydim.
Büyüğümün de benimle aynı kanaatte olduğunu sandığımdan dolayı, ondan cevap gelmesini beklemeden adım attım ama adımıma eşlik etmemesi üzerine ben de durdum ve yüzüne baktım. Karşıya dümdüz bakan solgun, şaşkın gözlerini bana doğru çevirip benimkilerle buluşturdu.
"E hadi bayım, ilerdeki evlerden birinin altında yağmurun dinmesini bekleyebiliriz." dedim, onu ikna etmek istercesine. Fakat sıfatımın her milimini incelediğinden ötürü cevap vermeden, olduğumuz durumu sürdürdü. Bense sabredemedim ve gözlerimi devirerek, kollarını cimcikledim.
"Ah ne yapıyorsun be, çocuk?"
"Siz öyle donup kalınca..." Söyleyecek bir şey bulamayıp cümlemi yarıda kestim. "Gördüğümüz ilk evin altına sığınalım." diyerek yürümeye başladım. Peşin sıra yanımdaki beyefendi de bana ayak uydurmuş, ardı ardına attığım adımlarıma karşılık vermişti. Daha doğrusu vermeye çalışmıştı. Bulunduğumuz yer, dükkandan kısa mesafe kadar uzaklıkta olsa da başka bir yer bulmak daha kolay gibi geldiğinden dolayı gittikçe hızlandırdığım bacaklarıma yetişememeye, aynı hırkanın altında olmamıza rağmen arada gerimde kalmaya başladı. Dudaklarımı kemirerek tutmaya çalıştığım gülüşüm istemsizce, kısık ama belirgin bir şekilde dudaklarımın arasından kaçtı. O ise erkeksi sesini biraz daha kalınlaştırarak azarlayıcı bir ruh haline büründü. "Gülmesene çocuk, üşüyorum. Bacaklarım titrerken nasıl koşayım?"
Haklıydı, benim gibi soğuğa alışık gibi durmuyordu. Ama insan hareket ettikçe ısınırdı. Bu yüzden beyefendiyi düşünerek, çok az daha hızlandım. O da kolumun altında olduğu için mecburen hızlanıyordu. "Hey amacın ne? Koşamıyorum dedim ya." diyerek bana kızmayı sürdürdü.
"Ben kışın arkadaşlarımla beraber hareket edip ısınıyorum, Bayım. Bir şey olmaz hadi." Koskoca adamın mızmızlanmalarına ancak bu cevabı verebildim. Zaten kuruluk bir yer görmüştüm bile. Varış çizgisini gören gözlerimiz, aynı anda ışıldarken oraya koşmaya devam ettik. Yaptığımız çok saçmaydı ve dışarıdan bakıldığında absürt duruyor bile olabilirdik ama kimin umrunda, tabiri caizse çığlık çığlığa koşarak bitirmiştik o yolu.
Kendimizi, kapısı açık boş bir garaja attığımızda ilk işim hırkayı yere fırlatmak olmuştu. Yanımdaki beyefendi 'oh' gibi sesler çıkarıp derin bir nefes verirken, ben de hırkayı atmamla, kitap olan elimi değil de diğerini saçlarıma daldırıp karıştırdım ve suların akmasını sağladım, bir yandan da gülümsüyordum.
Kitap, muhtemelen bizim kadar ıslaktı. Ama o an için, elimde olan şey bile aklımdan tamamen çıkmıştı.
"İyi, güzel. Biz buraya geldik ama benim evim de dükkanım da diğer tarafta kaldı. Yağmur durana kadar üstümüzdekiler de kuruyacak, üşütüp hasta olacağız. Buraya gelip beklemektense neden evime gidip üstümüzü değiştirmedik ki?" sorusu gelmişti zaten, daha ben kitabı hatırlayamadan.
Ancak bu soru bana pek mantıklı gelmemişti. "Çünkü siz o ara şoktaydınız ve ben sizin evinizin yolunu nereden bileyim? Aklıma gelen ilk mantıklı şeyi yaptım, siz de kendinizde olsaydınız, ne yapayım?" diyerek umursuzca yere eğildim, yağmurun sakinleşmesini izledim.
Benim diz çökmemle, yanımdaki beyefendi de aynısını yaptı ve o ara kocaman gülümsedim, yağmurun güzelliğine. Çünkü yağmur, benim arınma günlerimdi. O su damlalarının birbirine çarpmadan yere düşmesini izlemek rahatlatıyordu. Hele ki hırsla yağan bir yağmurun, içindeki tüm nefreti atmasıyla, yavaşlamasını izlemek tarifsiz bir duyguydu. Çünkü gökyüzü ben, yağmur da gözyaşlarımmış gibi hissediyordum.
O da hırçınca ağlıyor, sonrasında tükenip diniyordu.
Yağmura bakakaldığımda "onca derdin arasında, nasıl gülümsüyorsun?" sorusunu aldım, yanımdakinden. Gözümü dışarıdan çekmeye çalışarak kafamı, ondan yana çevirdim, ancak gözlerim hala dışarıya bakıyordu ve ağzım açık sırıtıyordum. Tam bir çocuktum anlayacağınız. Yağmur beni öyle mutlu ediyordu ki, bu kadar okumuş etmiş insanın sorduğu sorunun saçmalığına bile takılmadım.
"Benim derdim yok ki, bayım." dedim, yüzümdeki gülüşü soldurmadan. Yanımdakinden ses soluk çıkmadığında, gözlerimi zoraki onun yüzüne çıkarttım. Yine dümdüz bakıyordu. "Ne bekliyordunuz, sabahlara kadar ağlamamı mı? Eceliyle giden babamın arkasından üzüldüm elbette ancak insan görmediği, vakit geçiremediği birinin arkasından o kadar da üzülemiyor ve özlemiyor. Annem ise..." deyip ciğerim solana kadar nefes aldım. O konu çok derindi.
"...artık annem için ağlayabileceğim tek bir damla yaşım kalmadı. Çünkü ben, onun için okyanuslar kadar ağladım. Sonra düşündüm, onu suçlamak istemedim. İnsan kendine olan nefretini yener ama başkasına, hele ki annesine olan nefretini yenemez dedim.
Bu yüzden tüm suçu kendimde aradım, o zamanlar küçüktüm tabi. Zaten bana anlatılan yarım yamalak bir hikayeydi. Kendimi suçlamam normaldi. Zamanla annem için ağlamayı kestim, kendimi suçlamamaya başladım, yıllar her şeyi gerçekten hallediyormuş.
Eskiden düştüğünde 'annemi istiyorum' diye sokak lambasının altında hıçkıra hıçkıra ağlayan çocuk artık, kırgınlıkları sol tarafına batsa bile 'iyiyim' dediğinde büyüdüğünü anladı, bayım. Şimdi gülmek o çocuğun da hakkı." dedim, yüzümdeki gülüş bariz solarken.
Bilirsiniz; bir zamanlar insan ağladığında sesini kimse duymasın diye bileklerini ısırdığı günleri hatırlayınca, nasıl daha fazla gülümseyebilirdi ki?
Cümlemi tamamlamamla, karşı tarafın dudaklarından çıkacak sözcükleri beklemeye başladım. O ise dudaklarını birbirine bastırıp, kafasıyla onaylamakla yetindi başta. Ancak bir müddet sonra hala ondan cevap bekler gibi baktığımı fark ettiğinde "bunca yıl kendi kendini teselli etmiş birine ne diyebilirim ki?" dedi. 'Hah' sesine benzer alaylı bir ton kullandı " 'ben yanındayım' mı?" sonra bedenini tümüyle bana doğru döndürdü.
"Baksana, benden önceki hayatınla ilgili bir şey diyemem. Sadece, seni dinleyebilirim. Ama bundan sonraki hayatında, kalbin kadar güzel hayatlar sunmak için uğraşabilirim."
Dediklerini düşündüm, okuduğu kitabın yazarının çocuğuydum neticede ve bana bir özür borçlu olduğunu düşünüyordu, veyahut durumuma acımış da olabilirdi. Bu yüzden yardım etmek istediğini sanmıştım.
Bana acımasını istemediğimden karşı çıkmak için ağzımı açtım ancak o, bunu anlamış olacak ki "acıdığım falan yok, insan sadece maddi mi destek verir? Kitaplar da sana çok güzel hayatlar sunabilir ve ben de bu kitapları bulman için yardım edeceğim." deyivermişti.
Zaten hemen sonra, yağmurun kesilmesiyle birlikte ayağa kalkmış; elini, kalkabilmem için bana uzatmıştı.
Bölüm sonu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
açan en güzel çiçektin gönlümde ✓
FanficSen kadar güzel kokan tüm çiçekleri mezarıma istiyorum.