ten kuruyan dudaklarını yaladı, soğuk ter damlaları ensesinden sırtına doğru kayıyordu. elindeki bıçağı bıraktı ve çokça kullanıldığından dolayı artık yıpranmış olan hedef tahtalarının yanına uzandı.
hastanedeki başarısız girişiminin üstünden çoktan bir hafta geçmişti. ten ve donghyuck'un ilişkisi; donghyuck'un ona bir çocuk gibi davranması, sürekli onu izleyip yaptığı her şeye karışması ve ona daha fazla antrenman yaptırması dışında aynıydı.
"kalk ve çalışmaya devam et." yine başlamıştı donghyuck'a ait olan ve artık sinirini bozmaya başlayan ses.
kafasını kaldırdı ve birkaç adım ötesinde sandalyede oturan donghyuck'a baktı, "bunu sen yapsaydın eğer, söylediğinin o kadar kolay olmadığını anlardın."
donghyuck keyifle elindeki limonatasından bir yudum aldı, "o zaman son görevini neden ben tamamladım?"
ten sinirle ellerini saçlarından geçirdi, kronometresini çalıştırarak bıçağını aldı ve tekrar hedef tahtalarına saplamaya başladı. yarım saat sonra, bütün hedef tahtaları ve kum torbalarına birkaç kesik daha eklenmişti, hatta bazı torbalardan kumlar sızıyordu. nefes nefese kalmıştı, dinlenmek için oturduğu sırada donghyuck'un alkış seslerini duydu, "bak. sonunda güzel şeyler yapmaya başladın."
"patronum sen olmasaydın seni de öldürürdüm."
"tabi, hayal etmeye devam et, bücür."
----
sonunda çalışmalarını bitirmiş, sıcak bir duşa girip vücudundaki terlerden kurtulmuştu. gri bir tişört ve kargo pantolonu giydi, bir çift bot ve birkaç ince bileklikle kombinini tamamladı.
"yine nereye gidiyorsun?" kapıdan çıkacağı sırada donghyuck onu durdurmuştu.
"dışarıya. bütün gün burada olmak çok sıkıcı olmaya başladı."
"pekala, saat ikiden önce dön ve kendini öldürtmemeye çalış."
ten, rahatlamışlık hissiyle oynamaya başladığı bileğindeki ipleri bıraktı, "artık nereye gittiğimi umursamıyor musun?"
"hayır. başına bir iş açmadığın sürece problem yok."
"ah, peki."
----
ten, şehrin ünlü ve dolayısıyla daha kalabalık olan tarafına ilerlerken ellerini ceplerinde ısındırmaya çalışıyordu.
dükkanlardan gelen ışıklar, sokak lambalarıyla beraber yolu aydınlatıyordu. sohbet, müzik ve araba seslerinden dolayı şehir asla sessiz kalmıyordu. yine de, büyük ve sesli olsa da fazla dükkan ve restoran bulundurmuyordu.
biraz daha yürüdüğünde, caddenin en aşağısında diğer kafelere benzemeyen sakin bir kafeye girdi. kapıdan girerken çalan zil sayesinde, tezgahın arkasındaki garsonlardan bir 'hoş geldiniz' kazandı. cam pencerelerin yanına konulan bir masayı seçti ve önüne konan menüye hızlıca göz attı.
birkaç dakika sonra, kafenin önlüğünü giyen bir kadın siparişini almak için geldi. bir eliyle saçlarını kulağının arkasına sıkıştırırken diğer eliyle de sipariş aldığı defteri tutuyor ve ten'in siparişini bekliyordu, "sipariş verecek misiniz efendim, yoksa birini mi bekliyorsunuz?"
"ah hayır, şimdilik bir latte alayım."
çalışan not defterinde birkaç şey karaladı, "hepsi bu kadar mı?"
"evet."
ten kollarını masanın üzerine koydu ve başını kollarına yaslayarak gözlerini kapadı; açılan kapıyla çıkan çan sesini, çalışanların 'hoş geldiniz'lerini ve önündeki sandalyenin çekilme sesini duydu. omzunda hissetiği hafif dokunuşla başını kaldırdı ve o tanıdık yüzü gördü, "şimdi de beni takip etmeye mi başladın?"
"beni böyle mi selamlıyorsun?" diye sordu johnny üzgün bir surat ifadesi yaparak.
ten hızlıca johnny'yi inceledi ve yana yatırdığı siyah saç tarzıyla nasıl bu kadar çekici görünebildiğine şaşırdı. bedenini kusursuzca saran siyah kazağından bahsetmiyordu bile.
"merhaba öyleyse. burada olduğumu nasıl bildin?"
"şanslıydım, sana denk geldim. ayrıca cüzdanını bir daha unutursan seni kurtarmak için buradayım." cümlesini bitirip gülerek göz kırptı.
"bu sefer unutmadım-" ten ceplerini yokladı ve cebinde hiçbir şey olmadığını fark etti, johnny'den eğlendiğini belli eden bir gülüş duydu.
çalışan ten'in lattesin getirdi, ardından yeni gelen johnny'ye döndü, "siz bir şeyler alır mıydınız, efendim?"
"bir buzlu kahve."
ten, garson siparişi alıp gidene kadar gözlerini johnny'den ayırmadı. johnny de ona bakmaya başladığında göz temasını kesti ve masaya yaklaşıp lattesinden bir yudum aldı. tam bu sırada, johnny masaya koyduğu dirseklerinden destek alarak öne doğru uzandı, dudaklarını saniyelik olarak birbirine değdirdi. bir öpücük denilemeyecek kadar kısa sürse de ten'in kalbinin ritmini hızlandırmaya yetmişti. garson johnny'nin kahvesini bırakmak için bir kez daha yanlarına geldi, ten de kendini sakinleştirmeye çalıştı.
"ne zamana kadar buradasın?"
"ikiye kadar."
bu iki kelimeden sonra johnny yerinden kalkarak kasaya yöneldi, iki içeceğin de parasını ödeyerek geri döndü, "hadi, gidiyoruz."
"neden?"
"çünkü zamanımız kısıtlı ve bu akşam seninle şehirde vakit geçirmek istiyorum."
dışarı çıktıklarında, içeceklerini yudumlayarak yürümeye başladılar. johnny'nin parmaklarını birbirine kenetlemesiyle yanakları ısındı. bu, onun için sıradışı bir deneyimdi ve güzel hissettirmişti.
ikilinin yürüyüşü, çeşitli şapka ve gözlüklerin bulunduğu, onları deneyip birbirlerine garip pozlar verebilecekleri bir dükkana geldiklerinde sona erdi.
birlikte iki saatten fazla süre geçirdiler. son olarak, nehri ziyaret etmeden önce dondurma satan bir dükkana girdiler. favori aromalarını seçtikten sonra nehir kenarında yürümeye başladılar. akan suyun şırıltısı aralarında oluşacak garip sessizliği engelliyordu.
sudan sadece birkaç adım ötede çimlere oturdular. ten, dondurma kabını yanına bıraktı. nehri izlemeye başladı. yanağında tanıdık uzun parmakları hissedene kadar akan suyu inceledi, johnny nazik bir biçimde yanağına daireler çiziyordu. başını uzun boylu çocuğa çevirdi, dudaklarını kendi dudakları üzerinde hissettiğinde bacaklarındaki tüm enerji çekilmiş gibi hissediyordu. biraz önce johnny'nin yediği dondurmanın tadı şimdi kendi dudaklarındaydı. dudaklarını oynatmaya başladı, bir eli altındaki çimlere tutunup sıkarken diğer eliyle johnny'yi biraz daha yakına çekti. ten'in bu hareketiyle, johnny gülümseyerek dudaklarını yaladı ve geri çekildi. nefesleri tekrar düzene girene kadar susmaya ve nehre bakmaya devam ettiler.
"suiakstçıların- daha doğrusu senin, bir telefonun var mı?"
"hiç olmadı. genellikle eğitimlerimiz sırasında bunun zaman kaybı ve dikkat dağıtıcı bir şey olduğunu söylüyorlar. neden bunu soruyorsun?"
"çünkü seninle sadece karşılaştığımızda değil, her gün konuşmak istiyorum."
"hm."
"bunu düşünerek sana bir tane aldım."
"oh, buna gerek yoktu fakat teşekkürler." ten, johnny'nin kendisine uzattığı telefonu aldı.
"telefon numaramı da çoktan kaydettim."
tuşuna basarak telefonu açtı, beklediği gibi ekranda johnny'nin bir fotoğrafı vardı. ekran önemli değildi, ayrıca ten de değiştirmek istiyor gibi gözükmüyordu.
kişilerine girdi ve kayıtlı tek numaraya baktı, johnny💞. tam da ondan beklenileceği gibi.
johnny derin bir nefes alarak ayağa kalktı, toz olan siyah kotunu elleriyle temizledi, "kalkma vakti. saat çoktan biri çeyrek geçiyor."
ten telefonunu geri kapadı ve ayağa kalktı, "zaman çabuk geçti."
birkaç dakika sonra vedalaşarak ayrıldılar, çünkü johnny bir öpücük daha almadan ten'i bırakmamıştı. sessizce evinin yolunu tuttu, onunla başka bir gece daha geçirdiği için mutluydu.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
impassive::johnten
Fanfictionhedefini bul, baştan çıkar ve öldür. all rights belong to @jaegersbf