Yemekhanenin en köşesinde, genelde inek hıyarların toplanıp ders dedikodusu yaptığı masada, kaşlarım çatık bir biçimde oturmuş, Şeytan'ımla yemekhanedekilerin dedikodusunu yapıyorduk. Ne sandınız, oturup inek öğrencilerle bilim dünyasından son gelişmeleri tartışacağımı falan mı? Cool çocuğum ben. Pi sayısının güzelliğinden de ancak ve ancak Şeytan'ıma bahsederim. Böylesi daha iyi.
Her neyse.
Gelen geçene bakıyor, laf sokuyor ve Şeytanımla beşlik çakıyordum, tabii bunlar hep bilinçaltımda olan şeyler. Bunlardan biri de Keita'ydı. Yüzündeki eserimi görmek için bugünü iple çekmiştim, ancak sabah onun yüzünde en ofak bir kızarıklık dahi göremeyince, artı bir de ondan "Boğazını keserim" işareti gözüme ulaşınca, hem tırsmış, hem de hayal kırıklığına uğramıştım. Ofak diyorum. Bakınız, Keita nasıl da psikolojimi bozuyor.O anda kendi kendime atarlanarak Keita'ya büyük bir nefretle baktım. Çocuğum olsa cebine esrar koyar polise teslim ederdim. Öyle nefret ediyorum işte ondan.
"Aptal." diye söylendi iç sesim. "Buradan ondan nefret etmesi kolay. Onun yüzüne geçirdiğin yumrukla iyi bir şey yaptığını mı sanıyorsun? Bak dostum, beni de kendinle beraber rezil ediyorsun. Hadi bildir şuna işini. Hadi!!!"
Beni bu şekilde kışkırtıp gaza getirdikten sonra içerisi sessizliğe gömülürken kaşlarımı daha da çattım. Bir şey daha söylemesini bekledim, ancak tek kelime etmemişti. Çünkü onun yerine konuşan başkası vardı.
"Bunu yapma Ran, sen iyi bir çocuksun. Bırak aptallığı ona kalsın." diyen Meleğime içimden ters bir bakış attım. Şeytanım da aynısını yapmıştı. "O çocuğa haddini bildirmesi gerekiyor, seni ahmak! Sen onu dinleme, Ran. Git ve gerekeni yap." diye içimde kükreyen Şeytanıma onaylayan bakışlarımı gönderirken Meleğim yine araya girdi. "Bunu ben de istiyorum, ancak biliyorsun ki-" Şeytanım sözünü bitirmesine izin vermedi. "Kapa çeneni budala!" diye hırladı, ardından bana destek olduğunu belirtircesine omzumu sıvazladı. "Haydi evlat, git göster kendini."
İşte bu emirle, beynim ayaklarıma kalkmam için gerekli komutları verdi ve öyle hızlı bir şekilde yerimden kalktım ki, bir an gözüm karardı. Fakat ben Ran'ım, bırakın göz kararmasını, kalbimi söküp elime verseler bile amacıma ulaşmadan asla ölmem. Tamam, şey, biraz abartmış olabilirim.
Yemek sırasında havalı havalı takılan ve elinde tepsisiyle duran Keita'ya doğru ilerlemeye başladım, itiraf etmem gerekirse kendimi Matrix'teki gibi hissediyordum.
"Victoria's Secret mankenlerine benziyorsun bence." diye baygın bir sesle homurdanan iç sesime göz devirdim ve Keita'nın yemek sırasından çıkmasını bekledim, ki çok beklemem gerekmemişti. Masasına doğru ilerlerken onun yolunu kestim. "Nasılsın bugün, Bay Keita?" diye sordum muzip bir ifadeyle. O ise yüzüme bıkkın bir ifadeyle bakıyor, çekilmemi bekliyordu. "Önümden çekilirsen sevinirim, bücür." dedi küçümser bir ifadeyle. Grubu bu sözüne kahkahalarla gülerken aynı boyda olmamız için parmak uçlarımda hafifçe yükseldim ve işaret parmağımı alnına dayayarak kafasını geriye doğru iteledim. Ancak başaramadım. Evet, doğru duydunuz Rankilerim. Zerre kadar hareket etmemişti. Diğer elimi de aynı şekilde yaparak tüm gücümle ittirdiğimde geriye doğru bir adım atarak durdu.
Hala alnında duran ellerimi çekmek için elini uzatmıştı ki, Şeytanın kulağıma "Tepsi!" diye fısıldamasıyla, "Umarım bu hoşuna gider, bayım." diye bağırarak tüm yemekhanenin dikkatini üzerimize çektim ve sağ elimle tepsisinin altından öyle bir kuvvetle vurdum ki, çorbası kıyafetlerine dökülürken spagettisi kafasına dek gelmiş, uzun ve kıvrık spagettiler kafasından sarkmıştı. Tüm yemekhane gülmekten yarılırken, "Güzel saç, Madam." diye alay ederek cool bir şekilde tek kaşımı kaldırdım ve Şeytanıma, "Gördün mü? Ha?" diye sordum. Bunu sesli yaptığımdan birçok göz bana aptalmışım gibi baktı, özellikle de Keita. Ardından elindeki tepsiyi ikiye ayırdı ve omzuma çarparak geçip gitti. Ben de yemekhanenin coşkulu alkışları ve kahkahaları eşliğinde yemekhaneden çıktım, demek isterdim, ama öyle olmadığı için diyemeyeceğim. Keita tek bakışıyla tüm yemekhaneyi susturunca böyle oluyor işte.
Yemekhane girişinde gülmemek için kendini zor tutan bir adet Sakura'yla karşılaştım. İlk defa elinde makaron yoktu, ki olmaması normaldi. Yemekhanede tatlı niyetine makaron verilmişti. Elbette ki merhametsiz görevli adam bana bir tane bile vermemişti!
Ona baktığımı farkedince ela gözlerini bana çevirdi. "Ne bakıyorsun?" dedi kabaca. Havalı duruşumu takınarak tek kaşımı kaldırdım ve, "Kabalık, düşüncesizlik hatta farkındasızlıktır. Ayrıca yalnız insanların çoğu, kaba davranışlarından dolayı yalnızdır." dedim yapmacık bir sesle. O da beni taklit ederek, "Eminim sen bile kurduğun cümlenin anlamını bilmiyorsun." dediği an tam savunmaya geçecektim ki, bana dil çıkararak yemekhaneye girdi. İstemsizce havaya kalkan ellerimi indirirken, "Sana da iyi günler." diye mırıldandım ve duvara monte edilmiş aynada saçlarımı düzelterek merdivenlerden adeta uçarcasına indim.
Tam sınıfıma girmek üzereyken, Bay Sherwood'un o karga sesini duydum.
"Bay Ran, orada dur bakalım. Seninle sohbet edelim biraz." diyerek enseme indirdiği şaplakla irkildim.
Önüme geçen ve elindeki havucu kemiren Bay Sherwood'a büyük bir yapmacık nefretle baktım, bakışlarımdaki "aptallık yapma seansıma engel olduğunun farkında mısın?" ifadesini farketmesini umuyordum. Ki emin olun Rankilerim, Keita'ya yaptığım şeyden sonra zafer dansımı yapmamam mümkün değildi.
"Yemekhanedeki gösterini duydum." demesiyle yüzüme bir gülümseme yayılırken, sağ yanağıma aralıklarla üç kez vurdu. "İyi işti." dedi. "Ancak bunun cezasız kalmayacağını bilmelisin. Çünkü Keita gibi ben de sana çok kızgınım evlat."
Elindeki havucu ağzına tıkarak arkasını döndü ve yürümeye başladı, o an arkasından tekme atmayı o kadar çok istedim ki. Ama ben iyi çocuğum, değil mi?
Sınıfa girmek üzereyken sınıfın en inek öğrencisiyle çarpıştım. Çocuk gözlüğünü düşürmüştü. Eğilip gözlüklerini yerden alırken elindeki kitabı bana uzattı. "Yardım edebilir misin? Yedinci soruyu çözemedim." derken o gözlüğünü takmış, bense bana uzatılan ve sayfaları işlem dolu olan kitabı inceliyordum. Göz ucuyla ona baktıktan sonra gözlerimi kitaba, bir kare içine alınmış olan yedinci soruya diktim. Oldukça kolay bir soruyu bu inek çocuğun kaçırmış olabileceğine inanamıyordum.
Kitabı elimle duvara sabitledim ve bana uzatılan kalemi alarak, "Bu soru çocuk oyuncağı dostum. Yapman gereken..." cümlemi bitiremedim, çünkü soru o an bana karmaşık gelmeye başlamıştı. Yoksa yanlış mı çözmüştüm? Kaşlarımı çatarak bir işlem karalamaya başladım. Soruda, önce polinomu çözmek, sonucunu da bulunan 'x' ile bölmek gerekiyordu. Sorun da bu ya, polinomu çözememiştim! Bir iki denemeden sonra yanımdaki çocuk da benden umudunu kesmiş, elini uzatarak kitabı almayı beklemeye koyulmuştu. "Tamam, önemli değil. Matematik öğretmenine sorarım." dedi kitabı vermemem üzerine. Ben ise onu görmezden gelerek soruyu son bir kez çözmeye çalıştım. Kat sayıları toplamının yarısı, x'in iki katına eşitmiş, falan filan...
Sinirle kitabı yere fırlattım ve söylenerek birkaç kez kitaba bastım. "Böyle sorular sorulur mu?!" diye bağırdığım sırada çocuğun korku dolu gözleriyle göz göze geldim. İşte bu kötüydü. Cici annemin "Santa'ya kötü örnek oluyorsun!" diyişini duyar gibiydim, ki bana hiç öyle demez.
"Ne! Sonucu üç olan bu soruyu... üç... ah tabii! Sonuç üç!" Soruyu çözmüş olmanın verdiği mutlulukla kitabı yerden aldım ve önce soruyu çözdüm, ardından inek çocuğa anlattım. Çocuk benden oldukça korkmuş olmalıydı, çünkü benden uzak durmaya dikkat ediyordu. Kitabı çocuğa geri vererek, "İşte bu kadar basit. Ve, şey, benden bu kadar korkmana gerek yok. Karşında mümemmel Ran duruyor, Karındeşen Jack değil." diyerek omzunu sıvazladım. O sırada zil çalmış, sınıf yavaş yavaş dolmaya başlamıştı. Çocuk ürkek bir şekilde teşekkür ederek yanımdan ayrıldı, ben de sırıtarak kendi sırama geçtim. Ders Geometri'ydi ve ben bu ders uyuyacaktım. Çünkü uyumak için Geometri ideal bir ders. Çünkü diğer derslerde ders dinliyorum. Çünkü ben çalışkanım. Çünkü... Her neyse.
Sıramda gelişigüzel yayılarak alnımı sıraya yapıştırdığım gibi gözlerimi kapattım, zaten sınıf da yavaş yavaş dolmaya başlıyordu. Sıranın yastığım kadar rahat olduğu söylenemez, ancak yanımda yastık taşıyacak değildim, değil mi?
"Yana kay." diyen tanıdık bir sesle bir an ortamın ısındığını zannettim. Kafamı kaldırarak dibimde dikilen Sakura ile göz göze gelmemle onunla aynı sırayı paylaştığımız aklıma geldi ve hafifçe yana kayarak oturması için yer açtım.
Benimle konuşmasını beklemiyordum, bu yüzden bana, "Yemekhanede iyi iş çıkardın." demesiyle şaşkınlıkla yüzüne baktım. Aslında şaşkınlığım benimle konuştuğuyla değil, bana söylediği ile alakalıydı.
"Abinin yemeğini kafasından aşağı döküyorum ve sen bana 'iyi işti' mi diyorsun?" dedim gözlerimi pörtleterek. Kafasını salladı, kaşları çatılmıştı.
"Ne var bunda?"
"Abinin kafasından aşağı yemek döktüm." Sırıttı. "Ee?"
"İyi iş miydi gerçekten?"
"Ran! Bunu yapmayı kes!"
Kızmaya başladığını farkedince gözlerimi kıstım ve sırıttım. Yanıma oturup çantasını kafama geçirmesini beklerken bana iyi iş çıkardığımı söyleyen bir Sakura'yla karşı karşıya kalmıştım. Bir anda yüzümdeki sırıtış silindi, ama sinsi yüz ifadem hala yerindeydi.
"Bir de kardeşi olacaksın." diye mırıldandım. Hoşnut olmayan bir yüz ifadesiyle bedenini bana döndürdü ve ters bir bakış attı. "Ne demek istiyorsun?"
Başımı cevap vermeyeceğimi belli edercesine salladım, o sırada adını bilmediğim genç bayan geometri öğretmeni sınıfa girmiş, kendisini tanıtıyordu.
Tüm bu tanışma faslından sonra, ben kafamı tekrar sıraya gömmek üzereyken, kadın bozuk bir Fransız aksanıyla beni yanına çağırdı. "Hey Ran, buraya gel ve arkadaşlarına paradoks neymiş anlat bakalım."
Bu hiç iyi değildi. Çünkü ben uyuyacaktım. Uykumla aramızdaki selamlaşma seansını bölüyorsun, kadın!
Sınıftaki herkesin beklenti dolu bakışları arasında ayağa kalktım ve tam konuşmak için ağzımı açtığım sırada Sakura, "Onun yanına, tahtaya çıkman gerekiyor." dediği an tüm sınıf onaylayan nidalar atmaya başladı. Sanki oraya çıksam, dinleyeceksiniz, sizi gidiler. Sakura'ya attığım ters bakışlara karşılık gülümseyince, gözlerimi devirerek sıramla vedalaştım ve öğretmenin yanına giderek tüm karizmamla sınıf arkadaşlarıma döndüm. Bir süre hepsinin yüzünü tek tek inceledikten sonra yanımdaki öğretmene döndüm ve, "Ama herkes ne olduğunu biliyor. Anlatmaya ne gerek var?" diye sordum. Sınıfın karşı çıkmaları arasında kadın dudağını büzdü ve tatlı olduğunu sandığı ama aslında kabusumdan farksız olan bu görüntüyle tek kelime daha etmeden aklıma ilk gelen paradoksu söyleyiverdim.
"Sonraki cümle yanlıştır. Önceki cümle doğrudur. Bu cümleler doğru mu, yanlış mı?"
Sınıf sessizliğe gömülüp düşünüyor taklidi yaparken, yanımda duran kadın bana göz kırptı. "Senin bu okulun en zeki öğrencilerinden biri olduğunu, ama aynı zamanda öğretmenleri yerin dibine sokan, çok fena biri olduğunu duydum." dedi kollarını kavuşturarak. Gülümsedim. "Evet, birimiz bunu yapmalı, değil mi?"
Başını olumlu anlamda sallayarak o da gülümsedi ve masasına yaslandı. Birkaç göz bizi izlemeye başlamıştı. Biri bu kadına sınıfta olduğumuzu hatırlatmalıydı.
Başını yere eğerek, "Belki. Ama lafların herkese işlemez. Haberin olsun." dediği an birkaç uğultu yükseldi. Başımı ben de eğerek önce göz ucuyla sınıfa baktım, tüm gözler üzerimizdeydi. Gözlerim bizi memnun olmayan bir ifadeyle izleyen Sakura'ya değdi geçti ve yastık görevi gören çantama ilişti. "Sözlerimin herkese işlemesine gerek yok ki, zaten cevap veremeyecekler."
Kadının kızaran suratına bakarak sırıttım, o da "Açıkla artık şunu ve yerine geç." diyerek sandalyesine oturdu. Ben de sorduğum paradoksun açıklamasını yapmaya başladım.
"Ne doğru ne de yanlıştır. Paradokstur. Eğer ilk cümle doğru olsa ikinci cümle yanlış olurdu, bu durumda birinci cümle de yanlış olurdu. Bu ise imkansız."