▶ Bölümün geç, çok geç geldiğinin farkındayız ve çok üzgünüz. Ama hikayeyi iki kişi yazıyoruz (ortak olan bir hikaye) ve bir araya gelemediğimiz için hikayenin devamını da getiremedik. Ama yine sizlerleyiz, ve geç kalmış oluşumuzu uzun olduğunu düşündüğümüz bir bölümle telafi edebileceğimizi umuyoruz. Yorum ve votelerinizi bekliyoruz.
Not: Sonraki bölümün ne zaman geleceğini bilmiyoruz, ama en kısa zamanda paylaşmaya çalışacağız.
Multimedia bizim sevimli Santa'mız. ;)
Keyifli Okumalar! :)☆
~
Ağaçevime girer girmez çantamı yere, kendimi de yatağa attım. Yatağımın karşısında duran aynaya baktığımda -evet, aynanın karşısında uyuyorum- başımın hâlâ kanadığını farkettim. Homurana homurdana kalktım ve cici ailemin olduğu gerçek evime yollandım.
Kapıyı açtığımda cici annem Tanya hızlı adımlarla yanıma geldi. Tam beni azarlayacakken başımın kanadığını görmüş olacak ki ağzından küçük bir çığlık koptu.
Yüzümü sanki yavru bir köpek severcesine okşadıktan sonra masanın üzerinde duran mendili aldı ve yaramı kırılmak üzere olan bir yumurtaymışım gibi nazik bir şekilde temizlemeye başladı.
Elini sertçe iterek öfkeyle, "Sen git Santa'yla ilgilen TANYA!" diye bağırdım.
Bu gibi tepkilerime alışık olduğu için hiçbir şey söylemeden sadece yüzüme baktı. Böyle durumlarda hep yaptığım şeyi yapmaya başladım; yerdeki 'pahalı' halıyı inceledim.
Bir süre sonra Tanya ortamdaki sessizliği bozarak kırılmış bir ses tonuyla konuşmaya başladı.
"Sana ne oldu Ran? İstersen hastaneye gidebiliriz. Yarana dikiş attırmak gerekebilir."
Takınabildiğim en alaycı bakışla, alçak bir sesle konuşarak dış kapıya yöneldim. "Kapıya çarpıp dengemi kaybettim ve merdivenlerden düştüm. Bunun ne önemi var ki? Nasıl olsa ruhumun yarısı denizin dibinde kaybolmuş durumda. Ben zavallının tekiyim. Peki bunu hastaneye giderek düzeltebilecek miyiz?" diyerek arkama bakmadan evden çıktım.
***
Masmavi suyun içerisinde ben boğulmamak için çırpınırken, ciğerlerim nefes almak için mücadele veriyordu.
Önümde bana doğru yaklaşan parlak ışığı görmezden gelerek tüm gücümle belki son defa "Anne!" diye bağırdım. Artık gücüm kalmamıştı.
Mücadeleyi bırakıp kendimi soğuk ve acımasız denizin kollarında sonsuz bir uykuya bıraktım. Bıraktım diyorum, öhöm öhöm! Hey, ölüm meleği, nerede kaldın?! Altı üstü bir can alacaksın! Neyse.
Ses veren olmayınca gözlerimi yavaşça açmayı denedim ve bunu başardım. Ölüm meleğine meydan okuyan tek çocuk olarak tarihe geçtiğimi düşünürken annemin yanımda olmadığını farketmemle yerimden fırlamam bir oldu. Annem neredeydi, acaba benden saklanıyor muydu?
"Elma dersem çık, armut dersem çıkma anneciğim, elma!" diye seslenerek annemi aramaya başladım. Aklıma gelen her köşeye, hatta halının altına bile baktım, ama onu bulamadım.
Gözlerim denizin ortasındaki bir ele takıldı. Bu annemdi. Onu, doğum gününde hediye ettiğim bileklikten tanımıştım. Ellerimi çırptım ve koşarak su kenarına gittim.
"Demek oradasın, anne!" diye sevinçle bağırıp suya doğru adım atacakken bir şey beni tutup kendine doğru çekti. Kim olduğunu anlamak için kafamı kaldırdığımda babamın boş bakışlar atan grimsi yeşil gözleriyle karşılaştım. Babamın ağzından çıkan şeyler hayatımı karanlığa hapseden kelimelerdi.