Saat çoktan on bir buçuk olmuştu ve herkesin artık odasına çekilmesi gerekiyordu, tabii benim de. Tüm grup olarak merdivenleri çıktık, ikinci katta Yangyang, Donghyuck, Dejun ve Hendery bizden ayrıldı, üçüncü katta Jaemin, Jeno, Renjun ve Mark da ayrıldığında kendimi tek başıma dördüncü katın merdivenlerini çıkarken bulmuştum ve bu beni o kadar korkutuyordu ki koşa koşa odama gidip kapıyı kilitlememek için kendimi zor tutuyordum.
Tam Zhong Chenle'nun odasının önünden geçerken duyduğum piyano sesiyle olduğum yerde kaldım, sonra piyanoya bir ses eşlik etti. Güzel bir ses, duyduğum en güzel ses... Hipnotize olmuş gibi Chenle'nun kapısına yaslanarak oturduğumda birinin kapıyı açabileceği ihtimaline hiç şans vermemiş olmam yüzünden bu kadar utanacağımı bilsem, muhtemelen ayaklarım popoma vura vura odama koşardım.
Ama şu an dördüncü katın çakma katili Zhong Chenle'nun kapısının önünde oturup onun güzel sesini ve marifetli parmaklarının piyano tuşlarının üzerindeki kusursuz gezinişinin müziğini dinliyordum.
Ne diyebilirdim ki, değmişti.
Orada kaç dakika öyle oturduğumu ben de saymadım fakat muhtemelen saat on ikiyi çoktan geçmişti, benim ise gitmeye pek niyetim yoktu. Zhong Chenle'nun hüzünlü müziğinde kaybolmuş gibiydim, şarkı dakikalar önce bitmiş olsa bile hâlâ kendime gelememiştim.
Hayatım, sevgim, acım, özlemim, hayalkırıklıklarım...
Hepsi onun parmaklarının ucundan acı çeken ruhuma sızıyordu ve güzel sesi hatrına kabullenmek zorunda kalıyordum.
Saçma fakat en az benim kadar gerçekti.
Başımı kendime çektiğim dizlerime yasladığımda gözümden düşen sıcak bir yaşı gömleğimin koluna sildim. Arkaplanda zihnimi meşgul eden bütün çığlıklarla uğraşmaya çalışırken odadan gelen yavaş adım seslerini duyamamıştım, kapı kolunun inme sesini de aynı şekilde. O dakikalar içerisinde kendi acımla öyle meşguldüm ki her şeyle bağlantımı kesmiştim.
Sırtımı yasladığım kapı hızla açılınca dengemi sağlayamayıp tepe takla odanın içine düşmüştüm. Başımı sertçe yere vurmanın verdiği acıyla inleyerek elimi enseme doğru çıkardım, hâlâ kendimde değildim sanırım çünkü başımda dikilip tuhaf gözlerle beni izleyen yabancıyı hâlâ fark etmemiştim.
"Acıdı acıdı acıdı!"
Gerçekten, utanmasam ağlayacaktım.
Çünkü çok acımıştı.
"Kapımın önünde ne yaptığını sanıyorsun sen? Dakikalarca gitmeni bekledim fakat gitmedin!"
Varlığını belli etmesiyle yattığım yerden gözlerimi ona çevirdim, başımın hemen bir adım ilerisinde dikildiği için bu pek de zor olmamıştı.
O değil de, yüzü çok güzeldi.
Neredeyse gözlerini kapatan simsiyah saçları, minik burnu ve pespembe dudakları porselen kadar beyaz ve kusursuz tenini öyle güzel tamamlıyorlardı ki bu onun baştan aşağı bir sanat eseri falan olduğunu düşünmeye itti beni.
Dördüncü katın katili çok güzeldi.
Büyülenmiştim.
Saniyelerce gözlerimi güzel yüzünde dolaştırdıktan sonra kıstığı gözlerini başka bir yöne çevirmesiyle sonunda gerçek dünyaya dönebilmiştim fakat bu bende öyle büyük bir paniğe sebep oldu ki bu sefer de kalkmaya çalışırken hâlâ tutuyor olduğu kapıya alnımı çarptım.
İkinci kez ölebilmek için savaş veriyor olmalıydım.
Eğer gerçekten bir kez öldüysem tabii.
"Ah, şey, özür dilerim-"
"Artık odamdan çıkabilir misin? Kimseyi görmek istemiyorum, anladın mı, kimseyi görmek istemiyorum!"
Bana böyle çıkışması fazlasıyla kalbimi kırsa da beş yıl sonra yüzünü doğru düzgün gören tek kişinin ben olduğum gerçeği midemin kasılmasına ve heyecanlanmama sebep oluyordu. Bir başkasına aşıkken böyle hissediyor olmam da dünyanın en saçma olayı falan olabilirdi.
Kalktığım anda kapıyı yüzüme çarptı fakat o sıra benim düşündüğüm tek şey yüzünün gerçekten güzel oluşuydu.
Ve katil olduğuna inanmadım.
Çok kibar biri olmasa bile kötü değildi, birinin canını alabilecek kadar değildi en azından, bana bakarken gözlerini dolduran korkuyu oldukça net bir şekilde görmüştüm.
O katil olamazdı.
Çünkü insanlardan korkuyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hotel Of Souls
Kurzgeschichten"Ruhlar Oteli'nde keyifli zaman geçireceksin, çektiğin tüm acılardan intikam almak için son şansın budur." [parkjisung+zhongchenle]