KORKU

44 5 7
                                    

     Korkunun bir üst seviyesi neydi? Ben şuan onu yaşıyordum. Hayat bazen bize o kadar acı çektiren şeyler yaşatıyordu ki, insan bazen gerçek olduğuna inanamıyordu. Bugüne kadar hayat bana o kadar acı çektirmişti ki ne yapacağımı hiç bir zaman bilememiştim. Bilmek içinse türlü yollar aramıştım. Kendimi öldürmeye çalışmak gibi.
   
     "Eğer bir adım daha atarsanız bir dahaki sefere koşacak bacağınız olmayabilir." Bu ses kalbimin durmasına ve beynime oksijen gitmemesine sebep olmuştu. Korku ben ve Açelya'nın tüm benini sarmıştı. Durduk. Eee şimdi ne yapacaktık? Bu sorunun cevabını vermek için herşeyimi verebilirirdim. Yüzümüzü ölüm yavaşlığında sarışın adama döndüğümüzde, kaşları çatık bir şekilde bize bakıyordu. Eliyle bize arkasında duran büyük deri koltuğa oturmamız gerektiğini gösteriyordu. Açelya tam adım atacaktı ki elini tuttum. Hayır! O adamın dediğini yapmayacaktık. Adamın yüzü bir anlığına bana döndü. Sert bakışlarıyla, beni yiyecekmiş gibi bakıyordu. Korkmuyordum. Hayır, eşşek gibi korkuyordum ama onun gözünde korkmuyormuş gibi görünmeye ve güçlü durmaya çalışacaktım. Peki bu ne kadar işe yarayacaktı? Açelya bana ne yapmaya çalıştığımı anlamaya çalışır gibi bakıyordu. Elimi tekrar çekmeye çalıştığında elimi ondan hızlı bir şekilde çektim ve kafamı hayır anlamında sağa, sola salladım.
"Akşama kadar sizin oturmanızı mı bekleyeceğim" diye bana baktığında
"Bekleme. Bizi bırak gidelim." Dediğimde tek kaşı havaya kalktı. Cevap vermedi. Uzun backlarıyla yanıma gelip iri elleriyle kolumu sertçe tuttu ve çekti ama yinede gitmedim. Durdum. Adamın sert bakışları yüzüme döndüğünde benim kaşlarımda sonuna kadar çatılmıştı. Kararlı görünüyordum.  AY gibi yüze sahip olan güzel adam koluma daha fazla sıktı ve tırnaklarını hafif batırdı. Canım ölesiye acıyordu. Eğer biraz daha sıksaydı kangren olabilirdim ama belli etmiyordum. Açelya "kızın kolunu acıtıyorsun" diye mırıldandığında hafif tombik elini adamın elinin üstüne koyarak kolumun üstünden çekmeye çalıştı "bırak cani acıyor, bıraksana" benim güzel kalpli meleğim. Beni düşünüyordu. Hep düşünürdü zaten.
Adam Açelya'nın elini, kendi elinin üstünden bir çırpıda attı. "Ne yaptığını zanediyorsun. Bize böyle davranamazsın. Senin dediklerini yapmak zorunda değiliz. Kimsin sen? Amerika birleşik devletinin sahibi mi?" Diyerek adama bağırdığım da, kolumu çok daha fazla sıkarak beni koltuğun üstüne attı "Badee" Açelya çığlık atarak yanıma geldiğinde kolumu eline alarak "kolun mahvolmuş. Acıyor mu?" Dediğinde kolumu tutmamak için zor tutuyordum çünkü canım çok yanıyordu. "Hayır acımıyor" diye mırıldandığımda kolumu ellerinin arasından çıkarmıştım. Açelya'nın gözleri dolmuştu. Konu ben olunca o hep duygusaldı. Canımın acımasına hiç gelemez. Sağlam olan elimle hafif tombik yanaklarını avucumun içine aldım. "Hayır gerçekten acımıyor, merak etme" diye mırıldanmıştım. Ay yüzlü adam hızlı adımlarla gözden kayboldu. Bende bunu fırasat bilerek Açelya ile konuşmuştum. " Açelya sakin ol. Tamam mı? Adamın yanında korktuğunu belli etme sakın yoksa bizi savunmasız zanedip istediği yer şeyi yapar bize. Anladın mı? Sakın endişelenme. Kaçmanın bir yolunu bulucaz. Burdan kurtulacağız. Tamam mı?" Kafasını onaylar anlamında salladı. Bir, iki dakika sonra adam yanımıza geldiğinde iri elleriyle bize su uzattı. Açelya ilk başta tereddüd etse de, suyu elinden almıştı ama içmemişti. Bana uzattığında ise tutmamıştım. "Tut şunu" diye mırıldandığında yine tutmadım. Adam "tut şunu dedim sana" diye kükrediğinde, Açelya yerinden hoplamıştı. Benim ise sinirlerimi fazlası ile bozmuştu. İri ellerini sert bir şekilde iterek büyük bardağın yere düşmesini sağladım. Adam sabrını sınıyormuşum gibi sert bir şekilde iç çekti. "Sen bana emir veremezsin" diye çıkıştığımda adam takmadan gittiği yere geri döndü.
    
      Yaklaşık 20 dakikadır Açelya ile birlikte yerimizde mal, mal bekledik. Adam gittiğinden beri hiç dönmemişti. Umarım bur daha hiç dönmez. Burası bana o kadar değişik görünüyordu. Sahi burası ne kadar değişik bir yer. Daha önce hiç böyle bir yer görmemiştim. Açelya'nın da görmediğine emindim. Etrafımız bembeyaz duvarlar çevriliydi. Ya da kapılarla mı demeliydim? Çünkü ben emindim. Bu duvar görünümlü beyaz mermerler aslında birer gizli kapıydı ama ben elbet burdan çıkış yolu bulacaktım. Saat kaçtı hiç bir fikrimiz yoktu. Telefonun tek tuşuna basıp açmaya çalıştım ama olmadı. Bu odaya girdiğimizden beri telefonlarımız çalışmıyordu. Sanırım adam bunu bildiğinden telefonlarımızı almamıştı zaten. Burası nasıl bir sistemle çalışıyor?
Adam yanımıza geldiğinde " beni takip edin" demişti. Mecburen takip ettik. Koltuğun arkasındaki yoldan gittiğimizde adam önümüzde durdu. Ve yaklaşık on saniye sonra duvar açıldı. Demiştim, bunların birer duvar değilde kapı olduğunu. Kapıdan içeri girdiğimizde buranında aynı şekilde bembeyaz olduğunu gördük ama burası çok daha büyüktü. Biraz daha ilerlediğimizde nerdeyse duvarın yarısını kaplayan bir tablo vardı ama benim dikkatimi çeken büyüklüğü değil üstündeki resimdi. Gökyüzü manzarası. En sevdiğim hava karanlıktı ama pembemsi bir karanlıktı yani siyah ve pembe karışıktı. Gökyüzünde milyonlarca Yıldız vardı. En sevdiğim. Yıldız. Gökyüzünün tam ortasında DolunAy.
Ve arkası dönük gökyüzüne bakan neredeyse hiç görünmeyecek kadar küçük çizilmiş bir adam ve yanında tavşan vardı. Gökyüzünün büyüleyici güzelliğini izliyorlardı. Keşke şimdi onların yanında olabilseydim o kadar çok isterdim ki bunu. En sevdiğim; Yıldızlar ve Gökyüzü. Yıldızların ve Gökyüzünün manzarası. Bayılırdım bunlara.
  Tabloya kaç dakikadır bakıyordum bilmiyordum ama sonunda "tabloyla aşk yaşaman bittiyse gel artık. Akşama kadar seni bekleyemeyiz" diyerek benimle kaba konuşan sarışın adam bana, sert sert bakıyordu. Bende ona kaşlarımı çatarak cevap vermiştim. Açelya'nın yanına gittiğimde, önümüze geçip hızlı bir şekilde ilerledi. Duvarın sağında durup 5-6 saniye bekledikten sonra kapı açıldı ve Açelya'ya içeri girmesi için işaret yaptı. "Burası senin odan içeri gir." Diye mırıldandığında Açelya oldukça şaşkın görünüyordu. Ne yani bu şimdi bizim elimizi kolumuzu bağlamayacak mıydı? Sanırım Açelya aklımı okumuştu çünkü "bizi bağlayacak mısın?" Diye sormuştu. Sarışın adam gözlerini devirerek "onu çaresiz insanlar yapar. Ben değil" diye mırıldanmıştı. Ego yığını. Göreceğiz bakalım kim çaresiz. Sarı Ay Açelya'ya içeri gir işareti yaptığında Açelya girdi ve kapı kapandı. Bana döndü ve  kaşlarını çatarak sert sert baktı. Sonra duvarın sol kısmına geçti. Açelya'nın bulunduğu odanın tam karşı duvarına "ben, Açelya ile aynı odada kalmak istiyorum."
"Sana nerde kalmak istiyorsun? Diye sormadım." Diye söylendiğinde kaşlarımı çattım ve yüzüne öfkeyle baktım. O da bana öfkeyle baktı.
Kapıyı açtı ve o bana işaret yapmadan direk içeri girdim ve kapı kapandı.
  O da gerçekten büyüktü ve bembeyazdı. Tıpkı diğer odalardaki gibi. Bolkonu vardı. Hava kararmıştı. Bu nedenle balkona çıktım. Müthişti. Mükemmeldi. Çünkü gökyüzünde milyonlarca yıldız vardı. Gökyüzü manzarası vardı. Oldukça güzel görünüyordü. Balkonda sandalye vardı. Oraya oturup uzun uzun gökyüzünün güzelliğini izledim. AY'da ordaydı çok güzel görünüyordu. Birden Ay'ı görünce aklıma sarışın adam geldi. Yakışıklıydı, Ay gibi parlayan, pürüzsüz yüzü vardı ama çok kabaydı. Doğrusu insanları esir tutan insandan kivarlıkta beklenmez ama o çok fazla kötü davranıyordu. Bugün kolumu neredeyse koparıyordu. Kolum aklıma gelince ağrısıni tekrar hissettim. Koluma baktığımda mahvolmuş görünüyordu. Mosmor ve masmavi olmuştu büyük bir kısmı. En son baktığımda bu kadar kötü olmamışti. Ağrısıda git gide artıyordu. Gökyüzüne baktım. Kolumu sıvazladım. Gökyüzüne bakmak bana huzur verirdi. Gözümü hiç ayırmadım ta ki ayağımı gıdıklayan yumuşak bir şey temas ettiğinde. Çığlık attım. Yerimden zıpladım. Sandelyenin ayağına baktığımda tavşan olduğunu gördüm. Şok oldum. Ne işi vardı bu tatlı şeyin burda. Yavaşça tavşana yaklaşarak elime aldım. O kadar tatlıydı ki. Yarı siyah yarı beyaz rengindeydi. Tıpkı küçükken ağabeyimin bana aldığı tavşan gibi. Ağabey! Kanayan yaram. O kadar yabancı geliyor ki bana bu kelime. Gözlerimin dolduğunu farkettiğimde düşüncelerimden sıyrıldım ve tavşanı okşamaya devam ettim. "Sen ne güzel bir tavşansın böyle hı?" Gülümsedim. "Tüylerin yumuşacık. Okşamak hoşuna mı gidiyor he?" Kedi gibi kendi içinde mırıldanıyordu. Gerçekten hoşuna gidiyordu. Gökyüzüne bakıyordu güzel güzel. Anlaşılan birileri daha seviyordu gökyüzünü. "Sende benim gibi gökyüzünü çok seviyorsun demmek ki ama ben en çok gökyüzünde yıldızları seviyorum. Ya sen?" Diye soru sormustum. Ben hep böyleydim. Canlı, cansız herşey ile konuşur, soru sorardım muhabbet ederdim. Kimselere anlatamazdım dertlerimi, üzüntülerimi, yalnızlığımı gider başkasına söyleyemeyecek şeylere anlatırmdım. Dolaplarla, aynayla, kendimle, kuşumla, tavşanımla, herşeyle. En çokta gökyüzüyle. Tavşanın siyah-beyaz pofuduk tüylerini okşamaya devam ederken, "biliyormusun? Ben küçükken ağabeyim bana tıpkı sana benziyen iki tavşan almıştı. Onlarda böyle siyah-beyazlardı. İsimleri Eddie ile Büdü'ydü. Eddie 3. Günün sabahında öldü. Öğrendiğimde hüngür hüngür ağlamıştım. Çok üzülmüştüm. Onu bahçemize gömdüm ve dua ettim suda döktüm ama annem ile babam bir daha dökmememi söyledi çünkü tavşana eziyet edermişim öyle. Bedeni çok daha fazla çürür ve kokarmış. Bende bir daha sulamamıştım ama her gün gidip mezarına dua ederdim. Ama Büdü yaşadı. Eddie öyle olunca Büdü'yü babam bahçeye bırakmamız gerektiğini aksi taktirde onun da Eddie gibi öleceğini söyledi ve bıraktım. Çok küçüktüler ikiside geldiklerinde ama Büdü'yü bahçeye salınca çok kısa zaman da çok büyüdü. Havuç hiç sevmezdi. O daha çok yeşillik severdi ve biz ona bunu fazlasıyla verirdik o da zaten yaklaşık bir yıl sonra kayboldu. Bence mahalledeki çocuklar çaldı çünkü sürekli gözleri üstündeydi ve hep tavşanımı sorarlardı."
"Bilmiyor" sesin sahibine döndüm. O adam gelmişti. Cümlemin başında tavşana, biliyormusum? Diye sormuştum ondan bahsediyordu.
"'Kapı çalma âdâbı' diye bir şey var bilmiyormusun? Başka bir durumda olabilirdim. Mesela şuan giyiniyor olabilirdim. Bir dahakine kapıyı çalmayı dene. Ya da hiç gelme. O benim için daha iyi." Diye çıkıştığım da neredeyse takmadı diyecek kadar umursamadı ve karamel rengi gözleriyle koyu kahve gözlerime baktı. "Ne zaman gireceğimi sana soracak değilim." Diye mırıldandığında kaslarımı çatarak "gayette bana sorucaksın burada ben bulunuyorum, ben kalıyorum. Bu yüzden bana sormak zorundasın. Anladınmı kıt beyinli?" Dedigimde artık sarı kaşları çatılmıştı. "Burası bana ait. Benim mekânımda duruyorsun. Burada bulunman sana ait olduğun anlamina gelmez. Misafirlik gibi düşün. Bundan sonra benimle düzgun konuş yoksa gerisine karışmam" diye sinirli bir şekilde yaklaştı. Daha çok sinirlendim. "Kimsin sen he? Kimsin? Ne hakla benimle böyle konuşup beni burda tutmaya zorlarsın? Kimin köpeği...." ben daha cümlemi tamamlayamadan, bir hışımla yanima gelip ağzımı iri elleriyle kapattı. "Sakın o cümlenin devamını getireyim deme sakın! Anladınmı? Yoksa bir daha asla konuşamayacaksın. Şuan anlıyorum ki sana sözünü dinlemek zorunda olduğun insanlarla nasıl duzgün konuşman gerektiğini öğreteceğim." Dedikten sonra elini ağzımdan çekti. Gözlerime keskin bir şekilde bakmaya devam ediyordu. "Şimdi tavşanı yere bırak ve yatağın üstüne geç otur" yatağın üstüne mi oturayım? Neler diyordu bu? Neden yatağın üstüne oturayım ki? O kadar çok korkmuştum ki elim ayağım titriyordu. Oturmayacaktım. Hayır, hayır, oturacaktım. Eğer oturmazsam sinirlenip daha kötü şeyler yapabilirdi. İçimden bildiğim bütün duaları okudum ve tavşanı yere bırakarak yatağın üstüne oturdum aynalı gardırobun önüne geçti ve bir şeyler aramaya başladı. Allahım ne olur bişi yapmasın. Allahım ne olur bişi yapmasın. Lütfen allahım düşündüğüm şey olmasın. Ne olur!
Gardırobun ağzını kapatıp önüme geçti. Diz çöktü. Gözlerimin içine öyle dikkatli bakıyordu ki güzel gözleriyle, utanıp gözlerimi kaçırdım. Vücuduma yapışan açık kot renginde dar bilek pantolonuma ile kiremit renginden daha koyu renkte olan önden bağlamalı t-shirtüme baktım ama hala gözlerimin içine bakıyordu.   Neden bakıyordu gözlerime o kadar dikkatli sanki? Yüzüme yaklaştı, yaklaştı ve burnumun ucuna kadar geldi. Nefes alamıyordum. Tam onu itecektim ki kafasını kafamın arkasından uzatarak acil yardım kutusunu eline aldı yatağa yanıma oturdu. Allahım sana çok teşekkür ederim! Kolumu nazikçe eline aldı fakat yine de çok acıdı ama ses çıkarmadım. Kolumu elinden çekmeye çalıştım ama bırakmadı. "Bırak, Acımıyor." Diye mırıldandım.
"Acıyor demedim." Gıcık. Ukala. "O zaman niye yapıyorsun. Bırak, bırak elimi." Diye kolumu acıyla çekmeye devam etttim. Allahtan kolumu sıkmıyordu. " yapmıyorum. Yapmaya çalışıyorum. Mızmızlanma çocuk değilim" diye söylendi. "Evet çocuk değilim. Bana ait olan şeyler hakkında kendim kararlar verebilirim. Bırak kolumu, Bırak kolumu dedim. Bıraksana." "Uslu dur" kızdığında daha fazla sinirlendim. "Hemen bırak diyorum sana, hemen. Bırak kolumu. Bırak lan kolumu. Lan bıraksana" kolumu çekiştirdim ama morarmış kolumu hızlı bir şekilde çekince canım acımıştı ve bırakmak zorunda kalmıştım. "Ahh" canım acımıştı. "Yok sana insanlarla nasıl konusulur öğretmem lazım. Sana dur demiştim. Eğer benim sözümü dinlemezsen canın böyle çok acır anladın mı?" İnce  Kolumu ona teslim etmek zorunda kaldığımda nazik hareketlerle pansuman yapmaya başlamıştı. Yüzüne baktım. Gerçektende yüzü çok güzeldi. Ay gibi ışıl, ışıldı. Sarı gür saçları, kafasını önüne eğdiğinden dolayı, öne doğru düşüp dağılmıştı. Ellerimi, içine daldırıp karıştırmak istedim. Karamel kahvesi gözleri, gözlerime baktığında utanıp gözlerimi başka yere çevirdim. Bu seferde tavşanla göz göze geldik. Çok tatlıydı. Bu onun tavşanıydı çünkü buraya bu tavşan başka türlü giremezdi. Aaa gelirken büyük bir tablo görmüştüm, gökyüzü manzaralı. Bir adam ve bir tavşan gökyüzünü izliyordu. Bunlar kesin bu ikisiydi. "Tavşanın ismi ne?" Yüzü bana döndü ama ben hala tavsana bakıyordum. "İsmi yok." Anlamayan bakışlarla yüzüne baktım. Kolumu yavaşça ve nazik davranarak ince parmaklarıyla sarıyordu.
"Ne? Yokmu? Neden? Nasıl sesleniyorsun ona? Tavşan diye mi?"

AY IŞIĞI & ORENDA.Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin