Güneş tam tepede ışığıyla duygularımın hapsolduğu karanlık odayı aydınlatıyordu. Kaçtığım, kaçmak istediğim her şey gün yüzüne çıkarken aciz bir şekilde duygularımın ortasında kaybolduğumu hissediyordum. Anlamdıramadığım, anlam veremediğim ve vermekten korktuğum tüm duygular rüzgar olup yüzüme tokat gibi çarpıyordu. İnsan neyden kaçınıyorsa illa ki karşısına çıkardı o şey ve bu doğanın onaylanmamış kanunuydu. Ya kovalayan olursun, ya da kaçan. Lâkin sanki kovalamak ve kaçmak anlayışının tam ortasındaki kırmızı çizgide takılı kalmış gibiydim. Normal değildi, bu atışlar, damarlarımdaki hızlanan kan, titreyen göz bebeklerim, parlayan irislerim hiçbir şekilde normal değildi. Bunlar daha önce tatmadığım duygulardı ve gerçek korkum bir gün bilmediğim bu duygular tarafından zehirlenebilecek olmamdı.
Biraz uzağımda yanında kendisiyle yaşıt olabilecek bir adamla oradaca dikilmiş gözlerini karşımdaki daha tanışmak için bile yeltenmek istemediğim o adamla benim aramda gezdiriyordu.
Daha az önce adının Jung Jaehyun olduğunu öğrendiğim, bir anda ortaya çıkan bu adam ise elini hâlâ bana uzatmış beklenti dolu gözlerle bana bakıyordu. Neydi bu bakışlar? Benim gibi önemsiz birinin yabancı ismini öğrenmek bu kadar beklemeye değer miydi gerçekten? Bu kadar lüzumlu muydu ismimin dudaklarımın arasından çıkması?
"Üzgünüm, gitmeliyim."
Sertçe yutkunurken son kez karşımdaki adamın sönen gözlerine baktıktan hemen sonra yerdeki ayakkabılarımı alıp alıp hızla ayrıldım oradan.
Koştum, arkama bile bakmadan. Yine rezil olmuş, yine utanmıştım. Nefret ediyordum böyle hissetmekten, ona karşı bu kadar hassas olmak canımı sıkıyordu. Adını bile bilmiyorken, kalbim hangi yüzle çırpınıyordu böyle? Kalbim, yanaklarım neden böyle yaramaz olmak zorundaydı? Neden canımı sıkıyorlardı?
Çıplak ayaklarım sıcak kumda cayır cayır yanarken umursamadan koştum öylece. Etrafta kimselerin olmaması işime gelmişti aslında. Fakat o, aklımdan bir türlü çıkmıyordu. Sanki tam yakınımdaydı, ama uzaktaymış gibi hissettiriyordu. Her şey ama her şey o gözleri gördüğüm an düğümleniyordu.
"Park Roseanne!"
Duyduğum tanıdık ama bir o kadar da yabancı sesle kalbim deli gibi çırpınmaya başladı. Yanan ayaklarımı, kesilen nefesimi, çürüyen ciğerlerimi umursamadan koştum öylece. Koşup ayrılmak istiyordum buradan, sesi bile kulaklarımdaydı, varlığı bile tam dibimdeydi. Delirmek üzereydim, ölesiye korkuyordum. Uzaklaşamıyordum ondan, oysa o benden çok uzaktaydı.
Aniden koluma dolanan el bedenimi döndüreceği sırada olayı kavrayamadan dengemi sağlayamamış çarptığım beden ile yeri boylamıştım. Düşünme yetimi kaybetmiştim adeta. Bulunduğum durum öyle utanç vericiydi ki, kafamı gömdüğüm boynundan bile kaldıramıyordum.
Üst üste olmamız nedeniyle kalp atışlarımızın birbirine karışması gerilmemi sağlamıştı. Tanıdık koku burnuma dolduğu an gözlerim yuvasından çıkarcasına kocaman açılırken kafamı hızla düşme sonucunda gömdüğüm boyundan kaldırdım. Gözlerimi birkaç kez kırpıştırıp koşmanın verdiği yorgunlukla tam karşımdaki surata baktığımda gözlerim sanki mümkünmüşcesine biraz daha dehşet dolu ifadeyle açıldı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Still With You
Fanfiction"Hastanın kanında yayılan zehirin etkisini azaltmak için panzehiri enjekte eden doktor düşün. Ancak, Jeon, zehir de, doktor da sendin." [ Rosékook ] ©2020-2021┆Laun